İcra İflas Soru Cevap


1. Ticari defterler itirazın kaldırılmasında kullanılabilecek belgelerden sayılır mı?

Ticari defterler itirazın kaldırılmasında kullanılabilecek belgelerden sayılmaz.
İtirazın kesin kaldırılmasında alacaklı ve borçlunun kullanabilecekleri belgeler İcra ve İflas Kanunu’nda açıkça belirtilmiştir. Alacaklı ve borçlu ancak İcra ve İflas Kanunu 68. maddenin birinci fıkrasında sayılan belgeler mevcutsa itirazın kesin kaldırılmasını isteyebilir. Bu belgeler ise şunlardır:

  1. İmzası ikrar edilmiş senet
  2. İmzası noterlikçe onaylanmış senet
  3. Resmi dairelerin ve yetkili makamların yetkileri dahilinde usulüne uygun verdikleri belgeler
  4. Resmi makamlar önünde borç ikrarını içeren belgeler
  5. Kredi kurumlarının düzenledikleri belgeler

Altında imza bulunmayan, delil başlangıcı niteliğindeki belgeler, faturalar, cari hesap özetleri, fotokopi veya fakslar senet değildir. Ticari defterler de faturalar ve cari hesap özetleri gibi ticari kayıtlardır. Bu belgeler borçlu tarafından ikrar edilmiş senet niteliğinde olmadıkları için itirazın kaldırılmasında belge olarak kullanılmazlar. Bu gibi durumlarda itirazın kaldırılması yerine itirazın iptali yoluna gidilmesi yerinde olacaktır.

2. İİK m. 72’de düzenlenen istirdat davası ile genel hükümlere göre açılan sebepsiz zenginleşme davasını karşılaştırılması

İstirdat davası borçlu bakımından bir eda davasıdır ve maddi hukuk açısından sebepsiz zenginleşmeyle önemli benzerlikler bulundurur. İstirdat davasını sebepsiz zenginleşme davasından ayıran hususlar şunlardır:

• Borçlu, borçlu olmadığı parayı takip sırasında ödemek zorunda kalırsa İİK’da düzenlenen istirdat davasını açabilecektir. Eğer takip henüz kesinleşmeden ödeme yapılır ise, bu durumda ödeme cebri icra tehdidi altında yapılmadığı için istirdat davası açılamayacaktır. Fakat bu tür durumlarda şartları da gerçekleşir ise TBK m.78’de yer alan sebepsiz zenginleşme davası açılabilecektir.

• İstirdat davasında hak düşürücü süre öngörülmüşken, sebepsiz zenginleşmede zaman aşımı bulunmaktadır.

• İstirdat davası bir yıllık hak düşürücü süreye bağlanmıştır. Bu sürenin aşılması durumunda TBK m.78’e göre sebepsiz zenginleşme davası açılıp/açılmayacağı tartışma konusudur.
• Sebepsiz zenginleşme davasında ‘iyi niyet’ değerlendirmesi önemli iken, istirdat davasında bu değerlendirme yapılmaz.

• Her iki dava da asliye hukuk mahkemesinde açılmasına rağmen, istirdat davasında icra takibinin yapıldığı yer mahkemesi veya davalının yerleşim yeri mahkemesi yetkili iken, Sebepsiz zenginleşme davasında davacının bulunduğu yer mahkemesi yetkilidir.

3. İcra mahkemesi kararlarına karşı kanun yolu nasıl düzenlenmiştir.

7251 sayılı Kanun ile Hukuk Muhakemeleri Kanununda yapılan değişiklikler icra mahkemesi kararlarına karşı kanun yollarında nasıl bir değişiklik meydana getirdikleri:

5311 sayılı Kanun ile İcra ve İflas Kanununda yapılan değişiklikle Bölge Adliye Mahkemeleri’nin 20.07.2016 tarihinde göreve başlamasından itibaren icra mahkemesi kararlarına karşı istinaf kanun yoluna başvurulabilmektedir. İİK m. 363’te istinaf kanun yoluna başvurulamayan kararlar açıkça düzenlenmiştir. Geri kalan kararlar için ise belirlenen maddi miktarın üstünde kalmak kaydıyla istinaf kanun yoluna gidilebilir. (2020 için bu maddi miktar sınırı, 12.600.00 TL’dir.)

Bölge adliye mahkemelerinden verilen kararlara karşı ancak belirtilen maddi miktarın üstünde kalmak kaydıyla temyiz yoluna başvurulabilmesi kabul edilmiştir. (2020 için bu maddi miktar sınırı 72.070.00 TL’dir.) Başvuru süresi ise, tefhim veya tebliğ tarihinden itibaren 10 gündür.

7251 sayılı kanunun 50. Maddesi uyarınca İİK’nın 258. maddesinde yapılan değişiklikle; daha önce ihtiyati haciz kararına karşı sadece alacaklı taraf istinaf kanun yoluna başvurabilirken değişiklikle yüzüne karşı aleyhinde ihtiyati haciz kararı verilen taraf da istinaf kanun yoluna başvurabilmektedir. Bu değişiklik ile artık her iki taraf da ilk derece mahkemeleri tarafından verilen ihtiyati haciz kararına karşı istinaf yoluna gidilebilir.

İcra ve İflâs Kanunu’nda düzenlenen hacizli taşınır malların ve hacizli taşınmaz malların paraya çevrilmesi arasındaki üç farkı:

1. Hacizli taşınır mallar kural olarak hacizli taşınmaz mallar gibi açık artırma yolu ile satılır. Ancak taşınmaz mallardan farklı olarak taşınır malların, bazı koşulların gerçekleşmesi halinde pazarlık yoluyla satışı da mümkündür. Yani taşınırlar, kural olarak açık artırma yolu ile satılmalarına rağmen, kanun istisnai olarak pazarlık yolu ile satışa da izin vermiştir. Pazarlık yolu ile satış peşin para ve borçlar hukuku hükümlerine göre yapılır; mülkiyet malın teslimi ile alıcıya geçer. İcra memuru, pazarlık satışını ilan edebilmekte ve uygun fiyat bulmazsa, ikinci bir pazarlık satışı imkanını değerlendirebilmektedir. Ancak icra müdürünün pazarlık suretiyle satış yapabilme yetkisinin olabilmesi için İcra ve İflas Kanunu m.119’daki sınırlı olarak sayılan hallerden biri olması gerekir.

Taşınmazlar bakımından ise taşınırlarda olduğu gibi pazarlık yolu ile satış mümkün değildir. Bununla birlikte pazarlık yolu ile satış, taşınmazlar bakımından da düşünülmelidir. İflasta (m. 241/1) ve malvarlığının terki suretiyle konkordatoda (m. 309/e) alacaklılar karar verirse, taşınmazların da pazarlıkla satın alınabilmesi mümkündür.

2. Hacizli taşınmaz malların satılmasında hacizli taşınır mallardan bir başka farkı ise, açık artırmaya hazırlık evresinin üç aşamadan gerçekleşmesidir. Bu hazırlık işlemleri; artırma ilanı, artırma şartnamesi ve mükellefiyetler listesinin düzenlenmesidir. Taşınır mallarda ise artırma ilanı ve artırma şartnamesi vardır. Mükellefiyet belgesi yoktur.

Mükellefiyet belgesi, İİK m. 128’de düzenlemiştir. Mükellefiyetler listesi, taşınmazın sorumlu olduğu ayni hakların ve kuvvetlendirilmiş şahsi hakların açıklanmasına hizmet eder. Mükellefiyet kapsamına ipotekler, ipotekli borç senetleri, irad senetleri, her türlü irtifak ve intifa hakları ve tapu kütüğüne şerh edilen kişisel haklar; örneğin satış vaadi sözleşmeleri, önalım, geri alım, alım hakları, kira sözleşmeleri girmektedir. Yani taşınmaz üzerindeki ayni haklar ile tapuya şerh edilerek kuvvetlendirilmiş kişisel hakları içine almaktadır. Taşınmaz üstünde bir mükellefiyet söz konusu değilse bu durumda mükellefiyet listesinin düzenlenmesine de gerek yoktur. Bu kapsamda mükellefiyetler listesinin iki işlevi vardır. İlk olarak mükellefiyetler listesi, artırma şartnamesinde taşınmaz üzerindeki mükellefiyetlerin gösterilebilmesi için hazırlanır. Mükellefiyetler listesi, artırma şartnamesinin bir cüz’üdür ve tapu sicili hükmündedir. Mükellefiyet listesinin bir diğer işlevi ise, satış bedelinin paylaştırma şeklini gösteren bir sıra cetveli niteliğinde olmasıdır. Alıcı sadece mükellefiyetler listesinde yazılı mükellefiyetlerle taşınmazı iktisap etmiş sayılır, tapu sicilinde kayıtlı olup listede gösterilmeyen mükellefiyetler alıcıya karşı ileri sürülemez.

3. Hacizli taşınır malların hacizli taşınmaz mallardan bir diğer farkı ise, teminat yatırma zorunluluğu ile ilgilidir. Taşınır malların paraya çevrilmesinde artırmaya katılmak isteyen alıcıların teminat yatırma zorunluluğu yoktur. Kanun taşınır artırmasında sadece elektronik ortamda teklif verenler için teminat gösterilmesi zorunluluğunu öngörmektedir (m. 114/4). Taşınmazların paraya çevrilmesinin (m. 124/3) aksine, taşınır malların satımında kanun böyle bir şart öngörmemiştir. Ancak icra memuru satılacak malın niteliği gereği önemli ihalelerde alıcıların belli miktarda teminat yatırma şartını getirebilir.

Taşınmaz mallarda ise teminat yatırılması zorunludur. Taşınmaz malların artırma şartnamesinde, artırmaya iştirak edeceklerin taşınmazın tahmin edilen kıymetinin yüzde yirmisi nispetinde pey akçesi veya milli bir bankanın teminat mektubunu tevdi etmeleri, elektronik ortamda teklif vererek artırmaya katılacakların teminat göstermeleri gerektiği ve elektronik ortamda teklif vermeye ilişkin hususlar yazılır.

4. Hacizli taşınır mallar ve alacaklar için satış isteme süresi, kesin haczin uygulanmasından itibaren 6 aydır. Ayrıca talepten itibaren 2 ay içinde satış yapılmalıdır. Taşınmaz mallarda ise, satış isteme süresi 1 yıldır. Talepten itibaren 3 ay içinde satış yapılmalıdır.

Yağma (Gasp) Suçu ve Cezası


Yağma, bir diğer adıyla gasp suçu, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun “Malvarlığına Karşı Suçlar” bölümünde m.148 ile m.150 arasında düzenlenmiştir. TCK m.148’e göre “ (1) Bir başkasını, kendisinin veya yakınının hayatına, vücut veya cinsel dokunulmazlığına yönelik bir saldırı gerçekleştireceğinden ya da malvarlığı itibarıyla büyük bir zarara uğratacağından bahisle tehdit ederek veya cebir kullanarak, bir malı teslime veya malın alınmasına karşı koymamaya mecbur kılan kişi, altı yıldan on yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.” Denmektedir. Yağma suçu ile korunan hukuki değer, karma niteliktedir. Bu suçla; zilyetlik, mülkiyet hakkı ve kişi hürriyeti korunmaktadır. Bileşik bir suçtur. Tehdit, cebir ve hırsızlık suçlarının birleşmesiyle bağımsız bir suç oluşmuştur.

I)YAĞMA SUÇUNUN UNSURLARI

Maddi Unsurları

Fail açısından ele alırsak; Yağma suçunun oluşması için özel bir faillik sıfatı aranmaz. Herkes bu suçun faili olabilir. Ancak failin kamu görevlisi olması ve TCK m.250 hükmünde diğer koşullarında gerçekleşmiş olması durumunda fail, yağma suçundan değil icbar suretiyle irtikap suçundan sorumlu olacaktır.
Mağdur açısından ele alırsak; Kanun hükmü gereğince bu suçun mağduru, bir malın alınmasına veya teslimine karşı koymamaya mecbur bırakılan kişidir. Herkes bu suçun mağduru olabilir. Mağdurun malın maliki ya da zilyedi olması önem teşkil etmez.

Suçun konusu açısından ele alırsak; Kanun maddesinde yalnızca “mal” ibaresi kullanılmış ancak taşınır taşınmaz mallar açısından olup olmadığı ayrımı yapılmamıştır. Bu durum öğretide tartışmalara neden olmuştur. Öğretide bir kısım yalnızca taşınır mallar kapsamında olduğunu diğer bir kısım ise mal kelimesinin taşınmaz malları da kapsadığını savunmuştur. Ancak madde gerekçesinde; hırsızlık suçundaki gibi yağma suçunda da taşınır malın alınmasında zilyedin rızasının olmaması gerekir denilmiştir. Bu gerekçeden de hareketle yağma suçunun konusu yalnızca taşınır mallar ile sınırlı olacaktır.

Hareket açısından ele alırsak; Birbirinin alternatifi olan hareketlerden biriyle işlenebilen suçlara seçimlik hareketli suçlar denir. Yağma suçu da seçimlik hareketli suçlara örnektir. Birbirinin alternatifi olan bu hareketler tehdit veya cebirdir.

Cebir ve Tehdit

TCK m.108/1: Bir şeyi yapması veya yapmaması ya da kendisinin yapmasına müsaade etmesi için bir kişiye karşı cebir kullanılması halinde… Kanun maddesinden de anlaşılacağı üzere bir kimseye bir şeyi yapması ya da yapmaması için zor kullanma cebirdir.

TCK m.106/1 : Bir başkasını, kendisinin veya yakınının hayatına, vücut veya cinsel dokunulmazlığına yönelik bir saldırı gerçekleştireceğinden bahisle tehdit eden kişi…

Tehdit, bir kimsenin serbest hareket edebilme ve karar verebilme özgürlüğüne yönelik bir müdahaledir. Gerçekleştirilmiş olan tehdidin mağdur üzerinde korkutucu etki yaratması gerekir. Mağdur, failin tehdidinin gerçek olmadığına inanıp yine de isteklerini yapıyorsa yağma suçundan bahsedilemez. Hırsızlık ile yağma suçu arasındaki fark, hırsızlıkta cebir ve tehdite başvurulmadan mal mağdurun elinden rızası dışında çıkmaktadır. Oysa yağma suçunun oluşabilmesi için cebir veya tehdit bulunması şarttır.

Mağdura karşı, kendisinin veya yakınının, vücut veya cinsel dokunulmazlığına yönelik saldırı tehdidi oluşabileceği gibi malvarlığına yönelik bir tehdit de söz konusu olabilir. Örneğin, failin yolun ortasında mağdura silah doğrultup “cüzdanını vermezsen seni öldürürüm.” Şeklindeki tehdidi sonucu mağdurun cüzdanı faile vermesi ile yağma suçu oluşur.

Manevi unsur: Yağma suçunun taksirle işlenmesi söz konusu değildir. Ancak kasten işlenebilir. Hırsızlık suçunda olduğu gibi yağmada da yarar sağlama amacı bulunmalıdır.

II) YAĞMA SUÇUNUN NİTELİKLİ HALLERİ(TCK 149)

Suçun oluşan temel şeklinin yanında, cezayı artıracak ya da azaltacak etkenlerin bulunması durumuna nitelikli hal denir.
(1) Yağma suçunun;
a) Silahla,
b) Kişinin kendisini tanınmayacak bir hale koyması suretiyle,
c) Birden fazla kişi tarafından birlikte,
d) (Değişik :6545 – 18.6.2014 / m.64) Yol kesmek suretiyle ya da konutta, işyerinde veya bunların eklentilerinde,
e) Beden veya ruh bakımından kendisini savunamayacak durumda bulunan kişiye karşı,
f) Var olan veya var sayılan suç örgütlerinin oluşturdukları korkutucu güçten yararlanılarak,
g) Suç örgütüne yarar sağlamak maksadıyla,
h) Gece vaktinde,
İşlenmiş olması halinde suçun yaptırımı on yıldan on beş yıla kadar hapis cezasıdır. Suçun birden fazla nitelikli halle birlikte işlenmesi halinde hakim, TCK 61.maddesi uyarınca temel cezada artırıma veya azaltmaya gidebilir.

TCK m.150/1 kapsamında, kişinin alacağı hukuki bir ilişkiye dayanmış ve bunu tahsil etmek amacıyla cebir veya tehdit kullanmışsa, yalnızca kasten yaralama hükümlerinden veya tehditten sorumlu olur ve bu suça ilişkin hükümler uygulanır. Alacak, sözleşme ilişkisinden doğabileceği gibi, sebepsiz zenginleşme veya haksız fiilden de doğabilir. Bu madde hükmünün uygulama alanı bulması için fail ve mağdur arasında alacağın hukuki ilişkiye dayanması gerekir. TCK m.150/2 kapsamında ise, yağma suçunun konusunu oluşturan malın değerinin az olması halinde cezada indirime gidilir. Malın değerindeki azlığın miktarının ne olduğu kanun maddesinde belirtilmemiştir. Dolayısıyla somut olayın özellik ve koşullarına bakılarak hareket edilmesi gerekmektedir.

III) YAĞMA SUÇUNDA ETKİN PİŞMANLIK

Etkin pişmanlık, failin suçun tamamlanmasının ardından kendi hür iradesiyle pişman olması ve sebebiyet verdiği haksızlıkların ortadan kalkmasına çaba göstermesidir. Malvarlığına ilişkin suçlarda TCK 168.maddesi ile etkin pişmanlık hükümlerine yer verilmiştir. Bu madde kapsamında mala zarar verme, hırsızlık, güveni kötüye kullanma, yağma vs. gibi suçlarda etkin pişmanlık hükümlerinden indirime gidilmektedir. Ancak dikkat edilmesi gereken husus TCK m.168/3 ile yağma suçu diğer malvarlığına ilişkin suçlardan ayrı tutulmuş ve daha az ceza indirimine gidilmiştir. Madde gerekçesine bakıldığında, etkin pişmanlık indirim halinden yararlanılabilmesi için iki şartın varlığı kabul edilir. Birinci şart, failin etkin pişmanlık göstermesi, sebep olduğu haksızlıkları elinden geldiğince ortadan kaldırması ve ikinci şart, mağdurun maddi zararının giderilmesidir. Etkin pişmanlık hükümlerinden faydalanmak için fail, suç ortaklarını, varsa azmettireni veya suça yardım edenleri söyleyebilir.

IV) YAĞMA SUÇU VE HIRSIZLIK SUÇU

Hırsızlık ve yağma suçları birbirine çok benzeyen iki suç tipidir. Çünkü yağma suçu da kendi içerisinde hırsızlık suçunu barındırır. Farkı ise hırsızlığın yanında cebir veya tehdit suçlarının da bulunmasıdır. Yargıtay’ın görüşü de bu yöndedir. Hırsızlık TCK’nın 141.maddesinde düzenlenmiştir. Fail, “kendisine veya başkasına yarar sağlamak amacıyla” mağdura karşı tehdit veya cebir uyguladığı an suç, hırsızlıktan yağma suçuna döner. Burada dikkat edilmesi gereken husus, hırsızlık suçu tamamlanmadan tehdit veya cebirin uygulanmasıdır. Fail, malı alıp mağdurun zilyetliğine son verdikten belli bir süre sonra, mağdura karşı malı geri almak istemesi üzerine uyguladığı tehdit ya da cebir, yağma suçunun konusunu oluşturmaz. Somut olayın özelliğine göre fail, hırsızlık suçundan ve mağdura karşı tehdit suçundan ya da yaralamadan sorumlu olur. Ancak burada gözetilmesi gereken husus hırsızlık ile cebir veya tehdit arasında geçen zamandır.

İrtifak Hakkı


I- İrtifak Hakkı Kavramı

Sınırlı aynî haklar, hak sahibinin eşya üzerinde sağladığı hakimiyetin mahiyetine göre üç şekilde incelenmektedir. Türk Medeni Kanunu’nda bunlar; irtifak hakları, rehin hakları ve taşınmaz yükü olarak sınıflandırılırmıştır. TMK m. 779 hükmü uyarınca irtifak hakkı; malikin eşya üzerindeki sadece kullanma ve yararlanma yetkilerinin bir kısmını yahut tamamını hak sahibine sağlayan ya da malikin mülkiyetle ilgili yetkilerinden bazılarının kullanılmasını, hak sahibi yararına yasaklayan bir sınırlı aynî haktır.
İrtifak hakkı, söz konusu hakkın konusu olan eşya ile ilgili kullanma ve yararlanma ile ilgili yetkilerinden bir kısmını yahut tamamını içerebilir. Hak sahibine, eşyadan tam yararlanma yetkisi sağlayan tek irtifak hakkı, “intifa hakkı (usus-fructus)” olarak isimlendirilir. İntifa hakkı dışında kalan tüm irtifak haklarının yararlanma yetkisi sınırlıdır. Bu irtifak haklarının hepsi hak sahibine, eşya üzerinde sadece sınırlı bir yararlanma yetkisi verir.

Sınırlı yararlanma yetkisi farkı şekillerde karşımıza çıkabilir. Örneğin; oturma irtifakı, kaynak irtifakı, geçit irtifakı, üst hakkı… Taşınmazlar üzerinde çeşitli içerikte irtifaklar kurulabilir. İrtifak hakkının içeriğinin belirlenmesi aynı zamanda tarafların iradesine de bırakılmıştır.

II- İrtifak Haklarının Türleri

A- Eşyaya Bağlı (Arzî) İrtifaklar

Eşyaya bağlı irtifak hakkı ancak bir taşınmaz üzerinde, başka bir taşınmaz lehine kurulabilir. Bu da eşyaya bağlı irtifak haklarının konusunu oluşturmaktadır. Eşyaya bağlı irtifaklarda hak sahipliğinden bahsedebilmemiz için taşınmazın mülkiyeti ile bir bağlantı oluşturması gerekmektedir ve hak sahipliği yararlanılan taşınmazın mülkiyeti ile devredilebilir. Ayrıca eşyaya bağlı irtifakın tek başına el değiştirmesi mümkün değildir.

1. Kazanılması;

Eşyaya bağlı irtifak hakkı; tesisen kazanma, devren kazanma ve aslen kazanma olarak üçe ayrılmıştır. Eşyaya bağlı irtifak hakları tescille kazanılır fakat istisna durumları bunmaktadır. Bu durumlarda tescile gerek bulunmamaktadır.
Tescille kazanma;
TMK m. 780/1 hükmünde belirtildiği üzere, irtifak hakkının kazanılması tapu kütüğüne tescille sağlanmaktadır. TMK m. 780/2 hükmünde de aksi öngörülmedikçe, taşınmaz mülkiyetine ilişkin hükümlerin irtifak haklarının kazanılmasında ve tescilinde de uygulanacağı belirtilmiştir. Ayrıca irtifak hakkının kazanılması için geçerli bir sebebe ihtiyaç duyulmaktadır. Kazanma sebebi geçersiz veya tescil istemi yok ise, yapılan seçil yolsuz olur.
İrtifak sözleşmesi, iki taşınmaz maliki arasında yapılır ve bunlardan birinin diğerinin taşınmazı lehine irtifak kurma borcu yüklemesiyle oluşur. Bu sözleşme resmi şekle tabidir ve geçerli olması için tapu müdürü veya tapu sicili memuru tarafından düzenlenmiş olması gerekmektedir.

Sicil dışı kazanma;
Dışardan görülen mecralara ilişkin olarak TMK m. 724/3 hükmünde söz konusu olan sicil dışı kazanmanın yanı sıra, TMK m. 748/3 hükmünde de doğrudan doğruya kanundan kaynaklanan geçit haklarının tescil edilmeksizin doğacağı, bunlardan sürekli nitelikte olanların tapu kütüğünün beyanlar kısmında gösterilmektedir.

a) İrtifak hakkının mahkeme kararıyla kazanılması; İrtifak hakkın kurulmasını talep hakkı veren bir hukuki ilişkinin bulunmasına rağmen, irtifakı kurmakla sorumlu olan kişi bu sorumluluğu yerine getirmekten kaçınırsa, hak sahibi hakkını elde etmek için hakimden irtifak hakkının kurulmasını talep edebilir. Böylece irtifak hakkı tescilden önce kurulmuş olur. Tescil açıklayıcı niteliktedir.

b) İrtifak hakkının kamulaştırma yoluyla kazanılması;

c) İrtifak hakkının zamanaşımı ile kazanılması; İrtifak hakkı olağan ve olağanüstü zamanaşımı ile kazanılmaktadır. İrtifak hakkının olağan zamanaşımı ile kazanılabilmesi için TMK m. 712 hükmündeki şartların gerçekleşmesi gerekmektedir. Olağanüstü zamanaşımıyla kazanabilmek içinse, TMK m. 713 hükmündeki şartların gerçekleşmesi gerekmektedir. Ayrıca olumsuz irtifaklarda olağanüstü zamanaşımıyla kazanabilmek için tapu kütüğüne tescil gerekmektedir.

2. Sona ermesi;

Terkinle sona erme;
Sona erme, kural olarak tapu sicilindeki sicilin terkini ile gerçekleşmektedir. Malikin yazılı terkin istemi üzerine terkin işlemi gerçekleştirilir ve tek taraflı bir tasarruf işlemidir.
Sicil dışı sona erme;
Bazı sebeplerin gerçekleşmesiyle tescilin terkini sadece açıklayıcı bir nitelik kazanır ve maddi bir varlığı kalmaz. Bu sebepler; yüklü veya yararlanılan taşınırın tamamen yok olması, yüklü taşınmazın kamulaştırılması, sürenin sona ermesi, tescilsiz kazanılan mecra irtifakının sona ermesi ve mahkeme kararı olarak belirtilmiştir.

3. Hükümleri;

TMK m. 787/l hükmü uyarınca, irtifakın kapsamını belirlemede, irtifaktan doğan tecil önemli bir yere sahiptir. TMK m. 787/2 hükmünde ise tescilden açıkça anlaşılmadığı hallerde irtifakın kapsamının, tescil sınırları içerisinde, irtifak hakkını kazanma sebebine veya uzun süreden beri davasız ve iyiniyetle kullanmış olmasına göre belirlenecektir. Ayrıca irtifakın içeriğinin belirlenmesinde kazanma sebebi yeterli değil ise, irtifakın uzun süreden beri davasız ve iyiniyetle kullanılışına bakılmaktadır.

B- Kişiye Bağlı İrtifaklar

Kişiye bağlı irtifak hakları; intifa hakkı ve oturma (sükna) hakkıdır. Söz konusu bu haklar; lehine kuruldukları kişi ile var olan, el değiştiremeyen, devredilemeyen ve miras yoluyla mirasçıya geçemeyen irtifak hakları olarak tanımlanabilir. Kişiye bağlı irtifak haklarından hak sahibinin kendisi, yaşamı boyunca yahut belirli bir süre yararlanır. Ancak bu durumda irtifak hakkının ortadan kalkması yalnızca, hak sahibinin ölmesi yahut belirli olan sürenin geçmesiyle gerçekleşebilir.

1. İntifa Hakkı:

TMK m. 794 hükmü uyarınca intifa hakkı, taşınır mallardaki tek irtifak çeşididir. Kişiye bağımlı bir hak olmakla beraber hak sahibine, hakkın konusu olan eşya üzerinde tam yararlanma yetkisi vermektedir. Ayrıca sağlar arası işlemlerle veya ölüme bağlı tasarruflarla başkalarına devredilemeyen ve miras yoluyla mirasçıya geçmeyen bir haktır.

İntifa hakkının konusu olan eşyanın ekonomik gelir getirme zorunluluğu yoktur. Hak sahibinin eşyadan herhangi bir yarar sağlaması yeterlidir. Kısaca hak sahibine sağlanan yarar maddi olabileceği gibi manevi ve estetik yarar da olabilir. Bu hakkın sahibi, zilyedi olduğu intifa hakkının konusu olan eşyanın fer’i zilyedi; malik ise asli zilyedidir. TMK m. 806/1 hükmü uyarınca, intifa hakkı, sözleşmede aksine bir hüküm yoksa veya durum ve koşullardan hak sahibi tarafından bizzat kullanılması gerektiği anlaşılmıyorsa, hakkın sahibi tarafından bizzat kullanılması zorunlu değildir. İntifa hakkının kullanması kira veya kullanma ödüncü gibi sözleşmelerle bir başkasına devredilebilir. TMK m. 797 hükmü uyarınca, intifa hakkı eğer bir tüzel kişi yararına kurulmuş ve bir süre ile sınırlandırılmamışsa, en çok yüz yıl için kurulmuş sayılır.

2. Aynî Oturma (Sükna) Hakkı:

TMK m. 823 hükmü uyarınca oturma hakkı hak sahibine, bir binadan veya binanın bir bölümünden konut olarak yararlanma hakkını verir. Bu hak devredilemeyen, mirasçılara miras yoluyla geçmeyen irtifak hakkıdır. Ayrıca TMK m. 823/2 hükmü uyarınca kanunda aksine hüküm bulunmadıkça, intifa hakkına ilişkin hükümler niteliği ile bağdaştığı sürece oturma hakkına da uygulanır. Bu sebeple TMK’de oturma hakkı, intifa hakkından daha az hüküm ile düzenlenmiştir.
TMK m. 824 hükmü uyarınca oturma hakkı sahibi, hakkın şahsına özgülendiği açıkça belirtilmedikçe, bina veya onun bir bölümünde ailesi ve ev halkı ile birlikte oturabilir. Ayrıca oturma hakkına sahip olan kimse, ortaklaşa kullanmaya özgülenen yerlerden de yararlanabilme hakkına sahiptir.

C- Karma İrtifaklardan Üst Hakkı ve Kaynak Hakkı

1. Üst Hakkı:

TMK m. 726/1 ve TMK m. 826/1 hükmü uyarınca üst hak; bir kişiye, başkasının taşınmazının (arsasının) altında yahut üstünde bir yapı yapması veya mevcut bir yapıyı muhafaza etmesi sonucu o taşınmaza malik olma yetkisi veren bir irtifak hakkı olarak tanımlanabilir.
Üst hakkı, sınırlı bir aynî haktır. TMK m. 826/2 hükmü uyarınca, belirli bir kişi lehine kurulmuş olan üst hakkının kişiye bağımlı veya bağımsız bir irtifak hakkı olması sözleşmede taraflarca kararlaştırılabilir. Bu sebeple üst hakkının, hak sahibi tarafından devredilemeyeceği veya mirasçılara geçemeyeceği taraflarca kararlaştırılır. TMK m. 836/1 hükmü uyarınca üst hakkı, kişiye bağımlı olmayan bir irtifak hakkı olarak yüz yıldan fazla bir süre için kurulamaz. Üst hakkı kurulmuş ve sürenin uzatılması talep ediliyorsa, TMK m. 836/2 hükmünce bahsedilen hususlara bağlı kalarak en çok yüz yıllık yeni bir süre için uzatılabilir. Ayrıca bağımsız olarak kurulan üst hakkı en az otuz yıl süre için kurulmuşsa sürekli nitelikte kabul edilir ve tapu kütüğüne taşınmaz olarak kaydedilebilir.

Üst hakkının kurulması için gerekli olan irtifak sözleşmesi, TMK m. 827 hükmü uyarınca resmi şekle bağlıdır ve tapu tarafından düzenlenir. Tapuda yetkililerce düzenlenen sözleşme, taraflar için bağlayıcı olur.

2. Kaynak Hakkı

TMK m. 837 hükmü uyarınca düzenlenmiş olup kaynak hakkı; bir kişiye başkasının arazisindeki kaynağın sularını ve kendi arazisine akıtma yetkisi sağlayan bir irtifak hakkı olarak tanımlanmıştır. Kaynak hakkı da üste hakkı gibi sözleşme ile aksi kararlaştırılmadığı müddetçe bir başkasına devredilebilir ve mirasçıya geçebilir. Ayrıca kişiye bağlı olmayan kaynak hakkı, en az otuz yıl için kurulmuş olduğu hallerde taşınmaz olarak tapu kütüğüne kaydedilebilir.

D- Diğer İrtifaklar

TMK m.838 hükmünde düzenlenmiş olup malikin, taşınmazı üzerinde herhangi bir kişi veya topluluk lehine atış eğitimi, spor alanı, geçit olarak kullanılmak gibi belirli bir yararlanmaya hizmet etmek üzere başka irtifak hakları da kurabileceği belirtilmiştir. Bu irtifak hakları aksi kararlaştırılmadıkça, kişiye yahut bir topluluğa bağlı olarak kabul edilmektedir.

HAKLI (MEŞRU) SAVUNMA


Bir kimsenin kendisine karşı ağır ve haksız olan bir saldırıdan korunmak adına gösterdiği zorunlu tepkidir. Meşru müdafaa Türk Ceza kanunumuzda 25. Maddesinin birinci fıkrasında düzenlenmektedir. Bu madde uyarında kişinin kendi bir hakkına veya başka bir şahısın haklarına yönelmiş bir haksız saldırı olabilir. Bu haksız saldırının ani gerçekleşmesi sırasında o anki hal ve koşullar sebebiyeti ile haksız fiile oranla verilen karşılığı neticesiyle ceza verilmez. Meşru müdafaanın koşullarına uygunluk sağlayan fiiller hukuka uygun olarak hukukumuzda kabul edilmektedir. Bunun nedeni hukukun, hukuksal yararların ihlaline izin vermeyeceği düşüncesidir. Diğer bir nedeni ise insanları tehlike esnalarında seçim şansı bulunmamakta insanın doğasında bulunan kendini savunma içgüdüsüyle hareket etmesi sonucu gerçekleşmiş olmasıdır. Hukuk özünde haksızlığı önlemek ve adaletsizliğin önüne geçmeyi amaç edinmektedir. Buna bağlı olarak hukuka aykırı olamayan ve hukuksal yararları koruyan eylemler haklı sayılmaktadır. Başka bir açıdan meşru müdafaanın suç işleyenleri caydırıcı olarak da bakılabilir. Saldırıya karışı savunma yapan saldırıyı uzaklaştıran kimse ayıplanmasına olanak bulunmayan bir hareket yapmamış haksız fiili önleyerek hukuk için savaşmış aynı zamanda sosyal savunmaya da katılmış olur. Bu nedenledir ki meşru müdafaa ‘bireysel korunma’ ve ‘hukukun korunması’ ilkelerine dayanır.

Haklı (Meşru) Saldırının Koşulları:

a) Saldırıya ilişkin koşullar

aa) Bir saldırının bulunması koşulu: Eylemde meşru müdafaanın oluşması için öncelikle haksız fiilin varlığı gerekmektedir. Saldırıdaki amaç korunan bir yararı ihlal etme tehlikesinde olmalıdır. Saldırı genel olarak fiziksel şiddet olsa da tehdit de buna tabidir. Bu saldırının niteliği zarar ve tehlike yaratabilecek olmasıdır. Saldırının savunma ile eş zamanlı olarak gerçekleşmesi gerekmektedir. Biten bir saldırıya karşı yapılan savunma hukuka uygunluk nedeni oluşturmaz. Savunmanın haklı sayılabilmesi için saldırı yapan şahısın bilinmesi ve savunmanın ona karşı yapılması gerekir. Meşru müdafaada saldırının insan eylemi tarafından gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Lakin insan dışı bir varlığın saldırısından zorda kalış hali söz konusu olur. Yargıtay’ın bu durumda zorda kalış halinin hukuka uygunluk nedeni oluşturduğunu kabul etmiştir.

bb) Saldırının Haksız olması koşulu: Türk Ceza Kanunlarına aykırılık teşkil etmesi gerekmektedir. Ayrıca yapılan eylemin görevin icrası nedeni ile hukuka uygunluk teşkil etmesi ile yapılan savunmalar meşru müdafaaya tabii değildir. Çünkü haklı savunma olabilmesi için kendisine yapılan saldırı haksız niteliğine sahip olması gerekir. Saldırının suç teşkil edip etmemesi önemli değildir önemli olan saldırının hukuka aykırı nitelikte olmasıdır. Saldırının haksız olmasının ilk koşulu ise insan eylemi olmasıdır. İnsan dışı varlıkların eylemleri haksız olsa dahi bu durumlar zorda kalış durumu yaratmaktadır.

cc) Saldırının kişiye ait bir hakka yönelmiş olması koşulu: Eski Türk Ceza Kanunumuza göre saldırandan savunulacak haklar nefis ve ırz olarak sınırlı tutulmuştur. Lakin yeni ceza kanunumuzda savunulanlara haklar olarak nitelendirilmiş ve herhangi bir sınır konmamıştır. Kişinin saldırıya karşı koruduğu haklar yalnızca hukuk normları ile korunmuş haklar olmamakta diğer hukuk alanlarındaki normlar ile de korunmuş haklar olabilmektedir.

dd) Saldırının savunma sırasında var olması koşulu: Meşru savunmanın söz konusu olabilmesi için saldırıda tehlikenin varlığı ile eş zamanlı olması gerekmektedir. Saldırı bittikten sonra hiçbir tehlike unsuru bulunmadığı zamanda savunma yapılırsa haklı savunmadan söz edilemez. Aksi halde yapılan savunmayı öç almak olarak değerlendirilir. Saldırının başlaması geleceği dayalı ise yeterli zaman varsa resmi mercilere başvurma zorunluluğu vardır. Lakin yetkili mercilere başvuracak zaman yok ise saldırı başladıktan sonra savunma yapılabilir. Saldırı başlamadan öngörü üzerine yapılan savunmalar haklı savunmaya girmemektedir. Saldırı gerçekleştikten sonra tekrar bir saldırının daha tekerrür etmesi halinde de saldırının varlığından söz edeceğimiz gibi haklı savunmadan da söz edebiliriz. Türk ceza kanunumuz saldırının savunma sırasında var olmasını; gerçekleşen saldırı, gerçekleşecek saldırı ve saldırının tekerrür etmesi durumlarına göre düzenlemiştir. Bazı durumlarda saldırganın hali ve hareketi saldırı gibi gözükebilmektedir. Buna karşılık savunma yapan kişi hata konusunda geçerli olan esaslar baz alınmalıdır. Yargıtay’ımızın bu konudaki değerlendirmeleri somut olaya göre farklılık göstermektedir.

b) Savunmaya İlişkin Koşullar

aa) Savunmada zorunluluk bulunması koşulu: Meşru savunmanın en önemli koşulu olan ve aslı hukuka uygunluk nedeni yaratan koşuldur. Saldıranın o an hal ve durumuna göre başka çaresi olmaması gerekir. Savunmaya gerek olmaksızın başka tercih yolları ile saldırıdan kurtulabilecek ise halı savunmadan söz edilemez. Türk Ceza Kanunu meşru savunmanın söz konusu olabilmesi için ‘zorunluluk’ nedenini aramaktadır. Ancak zorunluluk hainde yapılan savunmalar hukuka uygun olarak değerlendirilebilir. Savunmada zorunluluk olup olmadığının somut olayda net bir biçimde incelenmesi gerekir. Yargıtay’ımızın haklı savunmanın zorunluluk haline çok dikkat etmektedir. Haklı savunma yaşanan somut olayın koşulları soyut bir şekilde değerlendirilmemelidir.

Çünkü aynı saldırı farklı şartlar altında yapıldığında zorunluluk hali yaşanmakta ve aklı savunma doğmaktadır. Haklı savunmada son çare olarak aranmasına rağmen saldırandan merhamet dilemek, yalvarmak gibi söylemler aranmamaktadır. Yargıtay’a göre zorunluluk sınırının aşılmasının çözümünü anlayabilmek için hâkimin kendini savunma yapan şahsın yerine koyarak o an ki hal ve şartların durumu değerlendirerek kendi taktir yetkisini kullanarak zorunluluk halinin aşılıp aşılmadığına karar vermesidir. Örneğin bahçeden meyve çalıp kaçan kişinin bacağına silahla ateş edip engellemek zorunluluk halinin sınırlarının açıldığı net ve aşikardır. Buna bağlı olarak haklı savunmadan söz edemeyiz. Savunmada zorunluluk bulunup bulunmadığına ilişkin öğretiye göre belirli ölçütler koymak imkansızdır. Somut olaylarda şartlara bağlı olarak zorunluluk değişkenlik göstermektedir.

Bu nedenle zorunluluk halinin somut olay incelenerek karar verilmesi gerekir. Saldırı yapıldığında saldırıdan kaçarak kurtulma seçeneğine sahip olan kişiler savunmayı tercih etmeleri durumunda haklı savunma olup olmayacağı tartışmalıdır. Yakın tarihimizde böyle bir olay yaşanması durumunda şahısa göre değerlendirilmesi gerektiğinden söz edilmiştir. Savunma yapan kişi örneğin bir asker ise üniformanın onurunu lekeleyeceği nedeni ile kaçmaz ise zorunluluk hali olarak değerlendirilir. Bunun dışında kalan kişilerin kaçmak şereflerinde eksilme olmayacağı düşüncesine dayanarak haklı savunma olamayacağı görüşündedir. Yargıtay’ımız ise kaçmamayı tercih eden kişiyi somut olaya göre değerlendirmiştir. Kaçmayıp savunma yaparak adam öldürmüş ise bu tip olayları haklı savunma saymamıştır.

Lakin günümüzde yasalar, insan haklarına ilişkin sözleşmeler ve ceza kanunlarıyla gerçekleştirilen korumalar insan onurunu en önemli hukuksal değerler arasına sokmuştur. Genelde hukuk özelde kanun bireylerin onursuz, korkak ve toplum nazarında kendisin küçük düşürecek şekilde yaşamaya zorlayamaz. Buna bağlı olarak saldırıdan kurtulmak için kaçmak hukuksal savunma bile olamaz. Ancak bu savunma hakkı gereksiz ve ölçüsüz savunmaları haklı kılmamaktadır.

bb) Savunma ile saldırı arasında uygun oran bulunması koşulu: Savunma hareketinin amacı saldırıyı ortadan kaldırmayı amaçla yapılmalıdır. Buna bağlı olarak ‘olanak ölçüsünde her şey’ lakin ‘sadece gerekli olan’ savunmalar yapılabilir. Yargıtay’ımız; Yasal savunmadan söz edebilmek için, maddi nitelikte bir saldırı bulunması, saldırı ile savunmanın aynı zamanda olması, savunmanın saldırının devamı sırasında yapılması, savunma ile saldırının arasında uygun oran olması gerekir. Saldırı başlamadan önce savunmaya geçilmesi haklı sayılmayacağı gibi saldırı bittikten sonra savunmada bulunulması da hukuka uygun sayılmaz. Saldırı ile savunma arasında bulunan uygunluk iki tanedir. İlki savunma, saldırıda bulunan kişiye karşı yapılmalıdır. İkincisi ise savunma saldırıyı önleyecek ölçüde gerçekleştirilmelidir. Saldıranın saldırısı ölçüsü dahilinde yapılan savunma hukuka uygunluk içerir lakin savunma yapan ölçüsüz güç uygularsa haklı savunmanın sınırlarını aşmış olmaktadır.

Muris Muvazaası (Mirastan Mal Kaçırma)


MUVAZAA

Muvazaa, tarafların hiç hüküm doğurmayacağını bilerek sözleşme yapmaları veya görünürdeki sözleşmeden başka bir sözleşmenin geçerli olacağı ve hüküm doğuracağı konusunda anlaşmalarıdır. Burada önemli olan hususlardan biri, tarafların üçüncü kişileri aldatma kastıyla hareket etmeleridir. Görünürdeki işlem, muvazaanın varlığı halinde geçersiz olur ancak arkasında gizlenen sözleşme, kanun tarafından geçerlilik şartı öngörülmüşse bu şekil şartının yerine getirilmiş olup olmadığına bakılır. Gizli sözleşme şekil şartına uygun ise geçerli olur. Ancak konusu imkansız olmamalı ve hukuka, ahlaka aykırı olmamalıdır. Muvazaalı sözleşme ise başından beri geçersiz olduğundan taraflar için alacak ya da borç ilişkisi doğmaz. Muvazaalı sözleşmenin geçersiz olduğunu taraflardan biri veya külli halefleri tarafından daima ileri sürülebilir.

MURİS MUVAZAASI

Muris muvazaası, miras bırakan ile lehine tasarrufta bulunulan tarafın, aralarında yaptıkları gizli anlaşma ile mirasçılardan mal kaçırması sonucu ortaya çıkar. Hukuken nispi muvazaa olarak kabul edilir. Nispi muvazaada, görünürdeki işlem ve gizli işlem olmak üzere iki işlem vardır. Muris muvazaası, nispi muvazaanın özel hali olup, miras hukukuna özgüdür. Burada da miras bırakan mirasçılarını aldatma kastıyla hareket etmektedir.

Muris muvazaasında miras bırakanın gerçekten de amacı sözleşme yaparak taşınmazını devretmektir. Ancak asıl amacı olan mirasçısını mirastan yoksun bırakmayı gizleyip, bağışlamak istediği tapulu taşınmazını, tapuda yaptığı resmi sözleşmede ölünceye kadar bakma sözleşmesi veya satış iradesini açıklamak suretiyle devretmektedir. Buradan anlaşılması gereken, muris muvazaasından bahsedilebilmesi için taşınmazın mutlaka tapuya kayıtlı olması gerekir. Görüldüğü üzere satış iradesi görünürdeki işlem, bağış ise gerçek işlemdir. 01.04.1974 tarihli Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında; miras bırakanın, Tapu Sicil Memuru önünde iradesini satış doğrultusunda açıklanmış olması halinde, saklı pay sahibi olsun ya da olmasın miras hakkı zedelenen tüm mirasçıların, görünürdeki satış sözleşmesinin TBK hükümlerine dayanarak muvazaalı olduğunu ve gizli bağış sözleşmesinin de şekil bakımından geçersiz olduğunu ileri sürerek dava açabileceklerine karar vermiştir.

Bu karar ve doktrinden yola çıkarak önemli birkaç husus karşımıza çıkmaktadır. Muris muvazaasından söz edilebilmesi için; taşınmazın tapuya kayıtlı taşınmaz olması, miras bırakanın mirasçılardan mal kaçırma amacının olması, saklı paya bakılmaksızın tüm mirasçıların davacı sıfatına sahip olması, zamanaşımı süresinin söz konusu olmaması gerekir. Ayrıca açılacak dava tapu sicilinin düzeltilmesi davası olacaktır.

Görünürdeki işlem: Muris muvazaasının unsurlarından biri olan görünürdeki işlem, tarafların gerçek iradesini yansıtmayan, yaptıkları anlaşma uyarınca hüküm ve sonuçlarını doğurmayacak sözleşmedir. Sözleşme geçerliliği için tarafların karşılıklı irade beyanlarının uygun olması gerekir. Ancak muris muvazaasında, miras bırakan ve karşı tarafın iradeleri muvazaa konusunun hüküm ve sonuçlarını doğurmayacağı hususunda birbirine uygundur.

Gizli işlem: Muris muvazaasının unsurlarından bir diğeri olan gizli işlem, miras bırakan ile karşı tarafın kendi aralarında hüküm ve sonuç doğurması için yaptıkları, görünürdeki işlemin arkasında saklanan sözleşmedir. Tarafların iradeleri birbirine uygundur. Yeter ki kanunda aranan şekil şartlarına tabi olsun. Bu nedenle bağışlama sözleşmesinin ivazsız olması hukuki işlemin esas unsuru olduğundan gizli işlem olan bağışlama sözleşmesi, şekil şartına aykırı olduğundan geçersizdir.

TAPU İPTALİ DAVASI

Bir mirasçının muvazaa sebebiyle tapu iptali davası açabilmesi için, miras bırakanda aradığımız mal kaçırma kastının ille de o mirasçıya yönelik olması gerekmez. Muvazaalı yapılan taşınmaz satış sözleşmesinde görünürdeki işlem muvazaalı , gizli işlem de şeklen aykırı olduğundan geçersiz olacaktır. Dolayısıyla tapuda yolsuz tescil gerçekleşeceğinden karşı taraf mülkiyeti hiç kazanamamış ve saklı paya sahip olan olmayan tüm mirasçılar da tapu kaydının düzeltilmesini talep etme hakkına sahip olmuş olacaklardır. Muvazaalı işlemin yapılmış olduğu tarihte, mirasçı sıfatına sahip olmayıp sonradan bu sıfatı kazananlar da işlemin iptalini talep edebilirler. Muris muvazaasına dayalı tapu iptali davasında, dikkat edilmesi gereken husus miras bırakanın mal kaçırma iradesi ile hareket edip etmediğinin tespit edilmesidir. Bu tespiti de somut olayın özelliklerine göre hakim takdir edecektir.

Yargıtay, muris muvazaasının tespit ve nitelendirmesini yapabilmek için miras bırakanın asıl amaç ve iradesinin tereddüte yer vermeyecek biçimde ortaya çıkarılmasına bağlamaktadır. Bu doğrultuda verdiği kararlarda, gizlenen gerçek iradenin tespiti zor olduğundan delillerin eksiksiz toplanılması ve doğru bir şekilde değerlendirme yapılmasının büyük önemi olduğunu vurgulamaktadır. Yargıtay miras bırakanın gerçek iradesini tespit edebilmek için birkaç olgudan yararlanmaktadır. Bu olgulara örnek olarak;

  1. Olayların olağan akışı
  2. Ülkenin ve bulunduğu yörenin gelenek ve görenekleri
  3. Miras bırakanın sözleşmeyi yapmakta haklı ve geçerli bir nedeninin olup olmadığı
  4. Miras bırakanın bakımını üstlenmiş olduğu kişiye karşı minnet duygusu
  5. Davalının taşınmazı alabilecek kadar maddi gücünün olmaması
  6. Miras bırakanın maddi açıdan satış yapmaya gerek duymayacak kadar varlıklı olması
  7. Satış bedeli ile gerçek değer (sözleşme tarihinde) arasındaki fark v.s

Tüm bu açıklamalar nezdinde Yargıtay’ın görüşü, miras bırakanın birlikte yaşadığı ve kendisinin bakımını üstlendiği mirasçısına karşı duyduğu minnetle taşınmazını devretmiş olmasında mal kaçırma kastının olmadığı, dolayısıyla muris muvazaasının şartlarının oluşmadığı yönündedir.

TENKİS DAVASI İLE İLİŞKİSİ

Tenkis davası, saklı pay mirasçılarının, saklı pay oranlarının ihlal edilecek düzeyde olan tasarruflarının miras bırakanın ölümünden sonra iptal edilmesine yönelik açılan özel dava türüdür. Burada, miras bırakanın beyanı ile iradesi arasında çelişki bulunmamaktadır. Sözleşme geçerliliğini korur. Muris muvazaası davası(Tapu iptali davası) ile tenkis davası aynı davada terditli olarak ileri sürülebilir. Ancak ayrı açılmaları durumunda, tenkis davasının daha erken sonuçlanır ve mahkeme kararı sözleşmenin geçerli olduğu yönünde kesinleşirse, bu kesin karar muris muvazaa davasını da bağlar. Davaya devam edilemez. Şayet muris muvazaa davası daha erken sonuçlanır ve davanın kabul edilirse, bu sefer tenkis davası konusuz kalacaktır. Uygulamada genellikle tek bir dava açılır. İlk önce tapunun muris muvazaası nedeniyle iptali talep edilir. Aksi kararın çıkması durumunda tenkis hükümlerinin uygulanması istenir.

MUVAZAA ANLAŞMASI

Tarafların iradelerine uymayan görünürdeki işlemi, kendi aralarında hüküm ve sonuç doğurmayacağına, yalnızca üçüncü kişileri aldatma amacı olacağına ilişkin yaptıkları anlaşma, muvazaa anlaşmasıdır. Bu anlaşmada tarafların muvazaayı kararlaştırması gerekir. Muvazaa anlaşması tarafların istekleri ile oluşur. Muris muvazaası anlaşması, şekle bağlı değildir. Yazılı veya sözlü olabilir. Görünürdeki işlemin şekle tabi olması muvazaa anlaşmasını etkilemez.

Muvazaa anlaşması, en geç görünürdeki işlemle birlikte yapılabilir, sonra yapılamaz. Tarafların muvazaa konusunda anlaşmaları zorunluluk teşkil eder. Gizli sözleşmeden bağımsızdır. Bu anlaşma ile taraflar, görünürdeki sözleşmenin hüküm ve sonuç teşkil etmeyeceği ve aralarında uygulama alanı bulmayacağı hususunda anlaşabilecekleri gibi görünürdeki sözleşmenin hüküm ve sonuç doğurmayacağının yanında gizli sözleşmenin hüküm ve sonuç doğuracağı konusunda da anlaşabilirler.

YARGITAY I.HUKUK DAİRESİ 2016/5200 SAYILI KARARI
“…murisin sağlık sorunlarının bulunduğu, miras bırakanın eşi öldükten sonra 15 yıl kadar davalının yanında kaldığı, miras bırakana davalının bakıp ilgilendiği, ayrıca çekişme konusu taşınmazın minnet duygusu ile davalıya verildiği hususunun davacının da kabulünde olduğu anlaşılmaktadır. Hemen belirtilmelidir ki, satışa konu edilen bir malın değerinin belirli bir semen karşılığında olacağı kuşkusuzdur. Semenin, başka bir ifadeyle, malın bedelinin ise mutlaka para olması şart olmayıp belirli bir hizmet veya emek de olabileceği kabul edilmelidir.…miras bırakanın yapmış olduğu temlikle ilgili olarak gerçek amaç ve iradesinin mirastan mal kaçırmak olmadığı kabul edilmelidir.”

Kamulaştırma


Genel olarak, idare kamu görevi olan kamu hizmetini sağlamak için bazı taşınmazlara ihtiyaç duymaktadır. Bu taşınmayı elde etme amaçlı yapılan işleme kamulaştırma denmektedir. Kamulaştırmada özel hukuk kişilerinin istemine ve rızasına bakılmaksızın taşınmazın devlet gücü ile bedel karşılığında idarenin elde etme usulüdür. Kamulaştırma usulünde mülkiyet hakkı konusu çok önemlidir. Devlet taşınmazın maliki olan özel hukuk kişisinin rızasına bakmaması mülkiyet hakkını ihlal etmesinin nedeni önemlidir. Eğer bu neden kamu yararına dayanan bir neden ise kamulaştırma usulüne uygun gerçekleştirilebilmektir. Anayasanın kamulaştırma başlıklı olan 46/1 maddesi ‘Devlet ve kamu tüzel kişileri; kamu yararının gerektirdiği hallerde, gerçek karşılıklarını peşin ödemek şartıyla, özel mülkiyette bulunan taşınmaz malların tamamını veya bir kısmını, kanunda gösterilen esas ve usullere göre, kamulaştırma ve bunlar üzerinde idari irtifaklar kurmaya yetkilidir.’ Anayasamızda da görüldüğü gibi kamulaştırma işlemi mülkiyet hakkını belirlenen usul ve şartlar çerçevesince yapılırsa mülkiyet hakkını ortadan kaldırmaktadır. Taşınmazda idarenin kamu yararı özel hukuk kişisinin kendisine olan yararından fazla ise mağdur olan taşınmazın malikine yararının ihlali karşılığı bir bedel ödenir bu şekilde eşitlik sağlanmış olur. Kamulaştırma işlemini bir idare mercii diğer bir idare merciine yapamaz kamulaştırma yalnızca idare ile özel hukuk kişisi arasında gerçekleşir. Kamulaştırma tek taraflı bir idari işlem olduğundan karşı tarafın rızasına bakılmaz ve kanunda gösterilen esas ve usullere uygun yapılmak zorundadır. Özel hukuk kişisine taşınmazın bedeli ödenmeden kamulaştırma işlemine başlanılmaz. Bu bedel genel olarak peşin olarak ödenmesine rağmen bazı istisnalara tabidir. Tarım reformunun uygulanması, büyük enerji ve sulama projeleri ile iskân projelerinin gerçekleştirilmesi, yeni ormanların yetiştirilmesi yeşillendirme faaliyetleri ve turizm amacıyla yapılan kamulaştırma işlemlerinde 5 yılı aşmayacak ve eşit aralıklarda eşit fiyatlara en yüksek faizi uygulamak şartıyla kamulaştırma bedeli ödenebilir.

Kamu Hizmetinin Unsurları

A-Yetki Unsuru: Kamulaştırma işlemi idarenin ilgili olduğu taşınmaza kanundan veya cumhurbaşkanı kararnamesinden aldığı yetkilere dayanarak yapılabilir. Kamu tüzel kişilerinin kendi alanı dışındaki taşınmazlar için kamulaştırmalar konu bakımından yetersizlik söz konusu olur. Ayrıca belediyelerin kamulaştırma yapabilmeleri için belediye sınırları içinde olması gerekmektedir. Özel kişiler ve kamu tüzel kişiliği bulunmayan idarelerin kamulaştırma yetkisi bulunmamaktadır. Alınan kamulaştırma kararları yok hükmündedir. Bazı durumlarda bu durumlar kanunda doğrudan belirtilerek kamu yararı için hizmet veren özel kişilerce kamulaştırma yapılabilir. Buna örnek olarak Karayolları Genel Müdürlüğü Dışındaki Kuruluşların Erişme Kontrollü Karayolu (otoyol) Yapımı, Bakımı ve İşletilmesi Hakkında kanunun görevlendirdiği şirketi verebiliriz.

B-Şekil Unsuru: Kamulaştırma kanunlarımızca belli şekil ve usullere tabi tutulmuştur. Yüzeysel olarak idari aşama ve adli aşama olmak üzere iki aşama vardır.
C-Sebep Unsuru: Bu unsur idareyi kamulaştırmaya iten nedenlerdir. İdarenin alanına giren her ihtiyaca ve kamu yararına yönelik kamulaştırma yapılabilir. Lakin bu ihtiyaç süreli veya geçici bir ihtiyaca yönelik olamaz. Eğer taşınmazın geçici bir ihtiyaç için kamulaştırılma yapılırsa malikin mülkiyet hakkına ölçüsüz müdahale edilmiş olmaktadır.
D-Konu unsuru: Kamulaştırmanın konu unsuru işlemin gerçekleştirilip özel hukuk kişi tarafından taşınmazın idareye geçmiş olmasıdır. Yani sadece taşınmaz mallar kamulaştırılabilir. Taşınmaz olamayan yani bütünleyici parça ve aksi kanıtlanmadıkça eklenti(teferruat) olan mallar taşınmaz mülkiyeti kapsamına dahil olur. Taşınmazların tamamı kamulaştırılabileceği gibi bir kısmı da kamulaştırılabilir. Lakin kamulaştırılan kısmı kalan kısımı kullanılmaz hale getirir ise malik kalan kısımın kamulaştırılmasını isteyebilir. Taşınmazın bir kısmının kamulaştırılması yeterli olduğu halde tamamen kamulaştırma yapılırsa konu bakımından hukuka aykırılık oluşturur. Kamulaştırmaya sadece özel hukuk kişilerin sahip olduğu mallar konu olabilmektedir bunun dışında kalan kamu malları vb. konu olamaz.

E-Amaç Unsuru: Kamu yararı olmaksızın bir ihtiyaca yönelik olsa dahi kamulaştırma yapılamamaktadır. Kamulaştırmanın temel amacı kamu yararına dayanmaktadır.

Kamulaştırmanın Aşamaları

Kamulaştırma, mülkiyet hakkını kısıtlaması neticesiyle kişilere güvence sağlayarak bu işlemi yapması gerekmektedir. İlk olarak gerçekleştirilen idari işlemde satın alma başarıyla gerçekleştirilemezse adli aşamaya geçilir.

İdari Aşama: Kamulaştırmanın ilk adımı yeterli ödeneği temin etmektir. Yeterli ödenek temin edilmeden kamulaştırma işlemine başlanamaz. Bu mülkiyet hakkının ihlali için idarenin güvencesidir. İkinci adımda ise kamulaştırmanın sebep unsuru olan kamu yararı onayı alınmalıdır. Bu daha çok kamulaştırmaya hazırlık aşamasında gerçekleştirilir. Kamulaştırma kanununa göre kamu yararını kanunda belirten merciiler karar verebilirler. Örneğin kıyıların korunması veya turizmle ilgili yapılacak kamulaştırma işlemlerine kanunda bakanlığın karar vereceği gösterilmiştir. Bakanlıkların ve Cumhurbaşkanlığının kamulaştırma kararları için kamu yararı onayı gerekmemektedir. İdari aşamanın üçüncü adımında ise taşınmazın bütün nitelikleri ayrıntılı olarak belirlenir ve bunun üzerine taşınmazın ilgili idareni vergi dairesinden isteği üzerine taşınmazın bedeli belirlenir. Daha sonra Sanayi ve Ticaret Odalarından ve mahalli alım satım bürolarından edineceği bilgilerden de ve kendi bünyesinde 3 kişi seçerek taşınmazın bedelini belirlemek amaçlı komisyon kurulur. Bu bedel bilirkişiler yardımıyla da belirlendikten sonra taşınmazın malikine tebligat gönderilir. Belirlenen ücreti için malikle idare arasında pazarlıklar yapılır. Anlaşma sağlanması üzerine taşınmazın idareye devir işlemleri sağlanır ve taşınmazın bedeli malike ödenir.

Adli Aşama: İdarenin taktir ettiği fiyatlar çerçevesince taşınmazın maliki ile anlaşamaması sonucu adli aşamaya geçilir. Ücrette anlaşamayan yetkili idare taşınmaz ile elde ettiği bilgileri ve belgeleri toplayarak kamulaştırma işlemi için hazırladığı dilekçe ile taşınmazın bulunduğu yerde olan asliye hukuk mahkemesine başvurur. İdare asliye hukuk mahkemesinden taşınmazın bedelinin tescilini ve ücretin ödenme şeklinin yani nakit veya taksitlendirme ise bu taksitlendirmenin ayrıntılarının belirlenmesini ister. Mahkeme en geç 30 gün içinde belirleyeceği mahkeme gününü malike tebliğ eder. Mahkemenin ilk duruşmasında hâkim taraflara ücret konusunda anlaşmaya davet eder. Tarafalar anlaşırsa hâkim kamulaştırma kanunun onuncu maddesinin sekizinci fıkrasına ikinci ve devamı cümleleri uyarınca karar verir. Eğer kamulaştırma yapılmazsa mahkemenin taşınmaz mahallînde keşif yapması ve kamulaştırma kanununa göre belirlenecek bilirkişilerce taşınmazın bedel tespiti yapılır. Mahkemenin taraflar için belirlediği ücreti nakit veya ilk taksitini belirlenen banka üzerinden yatırmasını idareye tebliğ eder ve yatırıldığına ilişkin makbuzu ister. Mülkiyetin idareye geçmesi mahkemenin kararı ile belli olur. Mahkemenin kararına karşı tarafların istinaf ve temyiz hakları vardır.
Kamulaştırmanın Hüküm ve Sonuçları: Kamulaştırma sonucu taşınmazın idareye mülkiyetinin devrinden sonra taşınmaz hemen kamu malı olmamaktadır. Öncelikle bu taşınmazda kamu hizmetini tahsis etmesi ve taşınmaz hakkında özel düzenlemeler yapması gerekmektedir. Mahkemenin taşınmazın idareye tescili hakkında tebliğinden sonra malik taşınmazın devrini başka birine ferağ veya temlik edemez. Kamulaştırma işlemi için malik ücret hakkında dava açabileceği gibi kamulaştırma işleminin iptali için de dava açabilmektedir.

Davacıların dava dilekçelerinde, muristen gelen terekeye ait taşınmazı davalının kendi adına hükmen tescil ettirdiğini ileri sürerek, tapu iptali ve tescil talepli dava açtıkları, başka bir ifade ile kadastro öncesi nedene dayandıkları, kadastro tespitinin kesinleştiği tarih ile dava tarihi arasında 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 12/3. maddesinde yazılı 10 yıllık hak düşürücü sürenin geçmiş bulunduğu anlaşılmakta ise de, davacılar vekilinin 27.10.2014 tarihinde harçlandırılmış dilekçesi ile, çekişmeli taşınmazın Karayolları Genel Müdürlüğü tarafından kamulaştırılması ve davalıya 376.875 TL kamulaştırma bedelinin ödenmesi sebebiyle davayı ıslah ederek, davalıya ödenen kamulaştırma bedelinden hisselerine düşen 251.200 TL’nin yasal faiziyle beraber davalıdan alınarak kendilerine verilmesini talep ettiği halde Mahkemece davanın 3402 sayılı Yasa’nın 12/3. maddesinde yazılı hak düşürücü sürenin geçmiş olması nedeniyle reddine karar verildiği anlaşılmaktadır. 3402 sayılı Yasa’nın 12/3. maddesinde, kadastro tutanaklarında belirtilen haklara, sınırlandırma ve tespitlere ait tutanakların kesinleştiği tarihten itibaren on yıl geçtikten sonra, kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanılarak itiraz olunamayacağı ve dava açılamayacağı belirtilerek, mülkiyete ilişkin talepler yönünden hak düşürücü süre öngörülmüş olup, söz konusu yasa maddesindeki hak düşürücü sürenin, davacıların kamulaştırma bedelinin tahsiline ilişkin talepleri yönünden uygulanması mümkün değildir.

Hal böyle olunca; mahkemece, davacı tarafın kamulaştırma bedelinin tahsiline ilişkin davası yönünden, tazminat hukuku kuralları çerçevesinde, tarafların iddia ve savunmaları doğrultusunda toplanan ve toplanacak tüm deliller birlikte değerlendirilerek, ulaşılacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken, davacıların talebinin hatalı bir biçimde 3402 sayılı Yasa’nın 12/3. maddesi kapsamında değerlendirilmesi isabetsiz olup, davacılar vekilinin temyiz itirazları açıklanan nedenle yerinde bulunduğundan kabulüyle hükmün bozulmasına karar verilmesi gerekirken, onandığı anlaşılmış olup karar düzeltme isteminin bu nedenlerle kabulü ile Dairemizin 10.10.2019 tarih, 2016/10975 Esas, 2019/6280 Karar sayılı onama kararının ortadan kaldırılmasına ve hükmün yukarıda belirtildiği şekilde BOZULMASINA, peşin yatırılan karar düzeltme harcının talep halinde ilgilisine iadesine, 11.06.2020 gününde oybirliği ile karar verildi. (16. Hukuk Dairesi 2020/433 E. , 2020/1745 K.)

Suçluların Geri Verilmesinde Eyleme ve Faile İlişkin Koşullar


Suçluların geri verme işleminin hukuki boyutu ülkeler arası adli yardımlaşma esaslarına bağlı olarak kurulmuştur. Asıl olarak suçluların geri verilmesi işlemindeki amaç kamu hizmetini sağlamaktır. Suçluların geri verilmesi suç işlemiş olan kişilere bu suçun cezasından kaçabilmek veya sığınabilmek için başka ülkelerin topraklarında bulunmaları neticesiyle yargılanmaları için geri verilme işlemidir. Ülkeler geri verme işlemleri için kaynak olarak uluslararası sözleşmeler esas alınmaktadır. Bizim ülkemizin esas aldığı en önemli kaynaklardan biri ‘Suçluların İadesine Dair Avrupa Sözleşmesi’ olmaktadır. Türkiye terör suçluları konusunda başka sözleşmeleri de uygulamaktadır.

Bu sözleşmeler; Terörist Bombalarının önlenmesine ilişkin BM sözleşmesi, Terörizmin Finansmanının Önlenmesine Dair BM sözleşmesi ve Terörizmin Önlenmesine Dair Avrupa Sözleşmesidir. Uluslararası suçluların geri verilme işlemlerinde Türkiye’nin esas aldığı bu antlaşmalar kanun hükmündedir. Bu anlaşmalarda Anayasa hükümlerine aykırı olduğu iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Hükümleri eğer kanunlarımızla çelişkili hükümler içeriyor ise uluslararası sözleşmelerin hükümleri uygulanır. Suçluların İadesine Dair Avrupa Sözleşmesi neredeyse Avrupa ülkelerinin hepsi bu sözleşmeyi kabul etmiş buna ek olarak Avrupa ülkesi olmayan Azerbaycan ve Ermenistan da bu sözleşmeyi kabul etmişlerdir. Bu sözleşmeye bağlı olan ülkeler çift taraflı suçluların geri verme işlemine dair anlaşmalarını kaldırarak bu sözleşmenin hükümlerini esas almışlardır. Sözleşmeye bağlı olmayan ülkelerle çift taraflı yaptıkları anlaşmalara bağlıdırlar.

KOŞULLAR

A) Eyleme ilişin koşullar

aa) Eylemler iki devlet yasalarına göre suç sayılmalı ve cezası belli bir ağırlıkta olmalıdır.
Bu hüküm genel olarak suçlunun geri verilmesinde dayalı bütün antlaşmalarda kullanılmıştır. Her iki devletin kanunlarındaki hükümlerine aykırılık teşkil etmesi gerekmektedir. Çifte suçluluk (doublecriminality) olarak isimlendirilmektedir. Suçluların İadesine Dair Avrupa Sözleşmesinde ise çifte suçluluk aranmakla beraberinde her iki ülke yasalarına göre en az bir yıl özgürlüğünü bağlayıcı veya güvenlik tedbirini gerektiren bir suç olması aranmıştır. Kesinleşmiş cezalarda ise en az 4 yıl mahkûmiyet şartı aranmaktadır. Aynı kişi hakkında birden fazla suç için geri verme talebi aranabilir. Bazı suçlar bu koşulu sağlayabilmesine rağmen bazıları sağlayamayabilir. Bu duruda devlet bu koşulu sağlayan suçlar için geri işlemini uygular. Aynı zamanda ülkelerin suçluları geri verme yetkisi vardır. Bu yetkiye bağlı olarak örneğin Türkiye adli para cezası olan bir suçluyu geri verme yetkisini kullanarak suçlunun iadesini sağlayabilir.

bb) Türkiye’nin yargı yetkisine dahil suç olması gerekmektedir
Avrupa sözleşmesinin 7. maddesinde bulunan bu koşul kapsamında talep edilen ülkenin sınırları içerisinde o ülkenin kanunlarını aykırılık teşkil eden bir suç işlenmiş ise faili geri verebileceği anlamını taşımaktadır. Bu koşul ülkesellik ilkesine dayalı olduğu gibi buna ek olarak Türkiye devletinin güvenliğine karşı, Türkiye devletinin veya Türkiye devleti vatandaşının ya da Türk kanunlarına göre kurulmuş bir tüzel kişinin zararına işlenmiş suçlar kişisellik ve devletin koruma ilkelerine dayanır ve fail geri verilmez.

cc) Suç zamanaşımına veya affa uğramış olmaması gerekir.

dd) Yargılanacak suç hakkında bulunan talepte kesinleşmiş hüküm bulunmaması şartı

ee) Düşünce suçu, siyasal suç veya askeri suç niteliğinde olmaması gerekmektedir.
aaa) 6706 sayılı kanunun 11/1-c/1 maddesi gereğince ‘düşünce suçu’ işlemiş olan kişilerin geri verilmeyecek suçlar arasında gösterilmiştir. Mevzuatımızda bu maddenin gerekçesi şöyle açıklanmıştır; TCK 18 maddesinde ‘Ancak belirtilmek gerekir ki, ceza kanunlarında esasen suç olarak tanımlanan ve suç oluşturduğu hususunda bütün insanlığın fikir birliği içinde bulunduğu fiillerin bu istisna kapsamında mütalaa edilmesi mümkün değildir’ denmektedir. Kanunda belirtilen nitelikte olamayan ve salt düşüncenin açıklanması niteliğinde olan eylemleri düşünce suçları kapsamına alınmamaktadır.

bbb)siyasal suçların geri verilemez olması kabul edilmiştir. Ancak siyasal suçluların niteliğini açıklayıcı olarak SİDAS hükümleri veya kanunlar bulunmamaktadır. Siyasal suçlar konusunda klasikleşen tam siyasal suç ve nispi siyasal suç ayrımı yapılmaktadır. Tam siyasal suçlar devletin anayasal düzenini ve siyasal iktidarı hedef alan suçlardır. Nispi siyasal suçlar ise gerçekte adli bur suç olup bu suçun siyasal nitelikte işlenmesiyle oluşan suçlardır. Nispi suçlar ise karma nispi suçlar ve bağlı nispi suçlar olarak ikiye ayrılmaktadır. Nispi siyasal suç özelliğini gösteren bazı suçlar geri verilemez kapsamında çıkarılmıştır. Devlet başkanının yaşamına yönelik suçlar siyasi suç kapsamına alınmayacaktır. SİDAS hükmüne göre ‘İşbu sözleşmenin tatbikatı bakımından, bir devlet reisinin veya aile efradında birinin hayatına kasıt siyasi bir suç sayılmayacaktır’ yer almaktadır. Bu hüküm genel olarak sözleşmelere girerek evrensellik niteliği kazanmış olmaktadır. Diğer bir ayrıma tabi tutulan siyasal suç ise terör eylemleridir. Terörizme karşı olarak ek sözleşmeler de imzalanmıştır. Son olarak bu ayrıma tabi tutulan suç ise soykırım ve insanlığa karşı işlenen suçlardır. 2. Dünya savaşı sonrası belirli etnik ve dini gruplara yönelik olarak insanlık dışı eylemler gerçekleştirilmiştir. Bu eylemlerin gerçekleştirilmesi 1948 yılında Paris’te toplanan Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından ‘Milli, Irki Dini Kitleleri Kısmen veya Tamamen İmha Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması’ hakkındaki sözleşmenin kabul edilmesine sebebiyet vermiştir. BM sözleşmesinin 7. Maddesinde ‘Soykırım ve 3. Madde de zikredilen fiiller, suçluların iadesi bakımından siyasi suç addedilmeyecektir. Sözleşen taraflar, bu gibi hallerde suçluların kendi mevzuatlarına ve yürürlükte bulunan anlaşmalara göre iadeyi taahhüt ederler.’ Buna bağlı olarak soykırım ve insanlığa karşı suçların siyasal suçlar kapsamında yer almayacak ve geri verilemez olmayacaktır.

ccc) TCK 18. Maddesi kapsamında geri verilemeyecek suçlular arasında askeri suçlarda yer almıştır. Askeri suçun tanımını yapacak olursak, ‘askerlik ile ilgili hizmetlerin bir engele uğramadan ve milli savunmayı gerçekleştirebilmenin sürekli devamının sağlamak nedeniyle kabul edilmiş bulunan emirlere ve yasaklara aykırı davranılması durumunda oluşan yasa tarafından öngörülen suçlar’ olarak tanımını yapabiliriz. Bu suçlar ikiye ayrılıp değerlendirilmektedir. Sırf askeri suçlar ve askeri suç benzerleri olarak ikiye ayrılan suçlardır. Sırf askeri suçlar asker tarafından işlenmiş olması ve askeri görev ve hizmetin ihlali şeklinde gerçekleşmesi gerekir. Örneğin askerlikten kaçmak, nöbet yerini terk etmek veya kendini askerlik yapamayacak duruma getirmek suçları sadece askerlerin yapacakları suç kapsamına girdiği neticesiyle sırf askeri suçlar olarak nitelendirilir. Askeri suç benzerleri ise kişilerin asker olmadığı lakin askeri çıkarları ihlal etmeleri ile oluşan suçlardır. Örnek olarak herhangi bir askeri eşyanın çalınmasıdır. Bu suçlar ceza kanunlarında bulunurlar fakat sırf askeri suçlar askeri ceza kanununda öngörülen hukuka aykırı eylemleri oluşturmaktadır.

B) Faile ilişkin koşul: ‘Vatandaş geri verilmez’

Genellikle yasalarda ve sözleşmelerde ön görülen kuralların başında vatandaşın geri verilmezliği ilkesi gelmektedir. Bu ilke ülkelerin kendi vatandaşını korumaya yönelik davranmasından kaynaklanır. 6706 sayılı kanunun 11/1 maddelerince ‘Uluslararası Ceza Divanına taraf olmanın gerektirdiği yükümler hariç olmak üzere, vatandaş suç sebebiyle yabancı ülkeye verilemez.’ Buna bağlı olarak Türkiye sadece Uluslararası Ceza Divanına ait olmak üzere istisna getirmiştir. Diğer ülkelerle arasında yaptığı anlaşmaların hepsinde vatandaşın geri verilmez ilkesini salt bir şekilde uygulamıştır. Suçluların İadesine Dair Avrupa Sözleşmesi’nde böyle bir durum yaşandığında vatandaşlık durumunun geri verme kararı anına göre saptanacağı öngörülmüştür. Buna ek olarak vatandaş karar anı ile teslim anı arasında vatandaşlığını değiştirmiş olsa dahi ülke vatandaşın geri vermeme ilkesini uygulayabilir.

Yapay Zekanın Türk Hukukuna Uyarlanması Zaruriyeti


Yapay zeka çağımızın en büyük buluşlarından biri olmaktadır. Düşünen bir bilgisayar veya robot ile dünyamızdaki yaratabileceği değişimleri öngörmek mümkündür. Hayatımıza her anlamda dahil olabilecek bu buluş hukuki sistemlerini de büyük ölçüde etkileyecektir. Şu an bile bazı ülkelerde hukuk alanında ki uygulamalarını görmekteyiz. Bu uygulamaları kendi ülkemize taşıyıp yeni dünyaya ayak uydurmak da bizim elimizdedir. Yapay zeka alanında ülkemizde birçok çalışma yapılmaktadır buna rağmen yapay zekanın hukuk alanına uyarlanmasına dair çalışmalar bulunmamaktadır.

Bu çalışmaların bulunuyor olması yanında getireceği sorunların yığılması ile karışıklıklar meydana getireceği aşikardır. Yapay zekadan alanımız hakkında bahsedebilmemiz adına konuyu çok iyi kavramamız ve yapılan uygulamamlar hakkında haberdar olmamız gerekmektedir. Öngörülebilecek uygulamalar sıralanmalı bu uygulamalar hakkında çözümler üretilmelidir. Kanaatimce yapay zeka hukukumuza iki ana başlıkta girecektir. Yapay zekanın uygulamalarında kaynaklanan hukuki sorumluluk ve yapay zekanın hukuk sistemimize nasıl uyarlanacağı konularıdır. Bu ana başlıklar altında birçok alt başlık ile dallanarak devam edecek ve hukuki bir alan oluşturacaktır. Bu yeni hukuki alanın ismi ‘Yapay Zeka Hukuku’ olarak nitelendirilecektir.

Yapay Zeka Uygulamalının Hukuki Sorumluluğu

Türk hukuk sisteminde sorumluluğu tartışılan, şartlara göre değişkenlik gösteren yapay zeka sorumlulukları vardır. Yapay zeka uygulamalarında zararın nasıl tazmin edileceği? Yapay zeka uygulamalarında zarardan kim sorumlu tutulmalıdır? Yapay zeka uygulamalarında otonomların hukuki kişiliği var mıdır? Sorulan bu soruları çeşitli somut olaylar ile cevaplandırılması gerekmektedir. İlk önce bakmamız gereken yapay zekanın hukuki kişiliğidir. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının doğduğu andan itibaren hak ehliyetine sahip olmaktadır. Hak ehliyetine sahip olmanın tanıdığı ayrıcalıklar borç altına girebilmek ve hak sahibi olabilmektir. Yapay zekanın bu otonomları hak ehliyetine sahip olup olmayacağı belirsizdir. Eğer bu makinelere kişilik oluşturulabilir ise sorumluluklarının doğacağı aşikardır ve buna dayalı değerlendirmeler yapılacaktır.

Kişilik oluşturulamaz ise sorumluluk doğmayacaktır. Robotların veya otonomların işlediği suçlardan ilk örneği 1981 yılında gerçekleşmiştir. Kenji Urada, adındaki bir Japon vatandaşı fabrikada robotunu yapmakta ve geliştirmektedir. Bir gün robotu kapatmayı unutur. Robotu üzerinde çalışırken hareketlerinin kısıtlanmasından dolayı Kenji Uradayı tehdit olarak görür ve koluyla vurarak öldürür. Somut olayda robotun kişiliği varmışçasına engellendiğini düşünerek adamı öldürerek suç işlemiştir. Lakin burada robotun aslında kişiliğinden kaynaklanmamakta robotu yapan mühendisin programlaması sebebiyle kazaya sonuç vermesidir. Kişilik kavramından söz edemeyiz. Bu somut örnek 1981 yılında gerçekleşmiş olup günümüze kadar yapay zeka sürekli gelişme göstermiştir. Artık yavaş yavaş robotların kişiliği olabileceği ihtimalinden söz etmemiz mümkündür. Türk Ceza Kanunu’nda ise suçlunun cezalandırılmasından daha çok önemli olan suçun önüne geçip suç oranını azaltmaktır. Suçluya ceza verilmesinin nedeni ise cezaların suçta caydırıcı olabilmesindendir. Eğer yapay zeka otonomlarından kaynaklı suç oluşmuş ise aynı suçun tekrarlanmaması yapay zekanın önemli özelliklerindendir.

Akit dışı sorumluluk: Burada bakacağımız ilk durum Türk Borçlar Kanunu 66. Maddesi kapsamında ‘Adam çalıştıranın kusursuz sorumluluğu’ olarak değerlendirilip değerlendiremeyeceğimizdir. Yapay zekanın çalışan sıfatı kazanması onu çalıştıran arasında istihdam ilişkisi oluşması önemlidir. Lakin bulunabileceğini düşündüğümüz istihdam ilişkisi yapay zeka ve iş veren arasındaki nitelikleri karşılamadığından kurulamamaktadır. Türk borçlar kanunun 66. Maddesine göre istihdam edilen ‘gerçek kişi’ olma şartı aranması neticesiyle istihdam ilişki kurulamamaktadır. Buna bağlı olarak yapay zeka otonomlarını çalıştıranların zarar verdiği 3. Kişilere adam çalıştıranın kusursuz sorumluluğu hakkında uygulanabilmesi mümkün değildir.

Yapay Zekanın Hukuk Sistemimize Uyarlanması

Yapay zeka uygulamaları dünya geneline yayılarak ilerlemektedir. Farklı ülkelerde birçok uygulama alanı bulmuştur. Bunların en başında tıp gelmektedir. Kalbi bile yönetir hale gelerek ne zaman kan pompalayıp ne zaman temizleyeceğini kalbi yöneterek kontrol etmeye başlamıştır. Yapay zeka otonomları bu büyük gelişimleri sadece tıp alanın da değil diğer alanlarda kat etmiştir. Bu alanların önde gelenleri; Hukuk, askeri ve otomotivdir. Konumuz dahilinde hukuk alanındaki gelişmelere bakacak olursak en büyük adımı Çin atmıştır. Ülkeyi donattıkları kamera sistemiyle her bireyin yaşamını inceleyen yapay zeka beyni suç işlemeye eğilimi olan vatandaşları tespit etmiştir. Tespit ettiği şahıslara suç işlememesi için tedbirler uygulanmıştı.

Bu uygulama neticesinde suç oranında yüksek bir düşüş yaşanmıştır. Böyle bir uygulamayı kendi ülkemizde de uygulayabilmemiz gerekmektedir. Artan nüfusumuz beraberinde suç sayısını da artırmaktadır. Hukuk sistemimiz belli bir zaman diliminden sonra artan bu suçlar neticesinde yavaşlayacaktır ki şu an da bile çok hızlı bir işleyiş olduğu söylenemez. Yapay zekanın bu otonomları ülkemizin hukuk sistemini rahatlatacak, mağduriyetleri önleyecek ve suçun işlenmeden önce tedbirler almamızda işe yarayacaktır. Başka ülkelerde de yapay zekanın hukuk alanında farklı faaliyetlerini gözlemlemekteyiz. İngiltere ise hakimlik mesleğinin icra edilmesinde kullanmaktadır. Geliştirilen algoritma sayesinde davalara bakmakta karar vermektedir. Algoritma, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin verdiği kararlarla yüzde yemiş dokuz oranında aynı doğrultuda kararları vermiştir. Bu algoritmanın geliştirilmesi ve yüzde yüz sonuca ulaşılması halinde hatasız kararlar daha hızlı ve pratik olarak verilecektir. Aynı zamanda İngiltere sadece hakimlik uygulamalarıyla sınırlı kalmayıp avukatlar için yol gösteren kılavuz niteliğinde de bir yapay zeka otonomunu kullanmıştır. Bu kılavuz otonomu davalarda çözüm yolları üretip çıkış yolları bulmada avukatlara yardımcı olmuştur.

ABD bu otonomları kendi hukuk sistemlerine uygulamaları çok görülmemekte çoğunlukla hukuk dışındaki alanlardaki uygulamalarının hukuki sorumluluklarının değerlendirilmesini ele almıştır. Bu değerlendirmelerle robotların hukuki sorumlulukları incelenmiş ve birçok uygulama alanına sınırlandırma getirmiştir. Bunlardan en önemlilerinden biri olan günlük hayatta sıklıkta duyduğumuz Tesla otomobilleridir. Otomobillerin sürüş algoritmaları sürücüye ihtiyaç duymadan kendi sevk ve idaresiyle trafikte ilerleyebilmekte ulaşılacak noktaya varmaktadır. Amerika kanunları Tesla otomobilleri için düzenleme yaparak arabanın sahibi olan kişi otomatik sürücüdeki arabayı kullanmasa bile sürücü koltuğunda oturmalı ve kendisi sürüyormuş gibi dikkatli olmalıdır.

Çağımızdaki gelişimlerden de görüldüğü gibi değişimler kaçınılmazdır. Bu zorunlu değişimlerde çağa ayak uydurmalı kendi hayatımıza yenilikleri uyarlamamız gerekmektedir. Gecikmeden öngörülebilir ihtimallere dayalı araştırmalar yapılmalı, çeşitli eğitimler verilmeli ve bu alanda büyük adımlarla yol kat etmemiz gerekmektedir. Yapay zekanın dünya genelinde ciddi uygulama alanları buluğunu ve hızla ilerlediğini muazzam bir güce ulaşacağını görmekteyiz. Her alana sirayet ederek etmiş olan ve etmeye devam eden yapay zekaya hukukun buna müdahalesi olmayacağını düşünmek abes kaçar. Ancak ülkemizde de bu çalışmaları engellemeye çalışan insanlar vardır.

Bu insanlar bilim kurgu filmleri etkisi altında kalmış ve buna bağlı olarak yapay zeka uygulama otonomları hakkında kıyamet senaryoları çıkartmaktadırlar. Mustafa Kemal Atatürk ‘Cehalet yenilmesi gereken en büyük düşmandır.’ sözünü söylemiştir. Buna bağlı olarak görmekteyiz bu insanlara karşı gelmeli ve hukukun yenilikler önünde bir engel olarak değil de destekleyici nitelikte olması gerekmektedir. Ülkemizde ise bu tip yenilikleri genellikle ithal etmekteyiz. Bu yol bırakılarak artık kendi altyapımızı oluşturmalı gerekli eğitimleri kendi ülkemizde vermeliyiz. Lisans eğitimleri bunun için çok müsaittir. Verilen dersler ile kendi altyapımızı oluşturmuş olur ve buna bağlı olarak destekleyici nitelikteki çalışmamlar ile yapay zeka uygulamalarını kendi ülkemizde büyük ölçekte geliştirebiliriz.

Kiracının İşyeri Kira Sözleşmesinin Devri


6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu TBMM tarafından kabul edilerek Resmî Gazetede yayınlanmış, ardından kısa bir süre sonra AVM yatırımcıları kanunun kira sözleşmesine ilişkin bazı hükümlerinin kendi aleyhlerine sonuç doğurma ihtimalinin olduğu gerekçesini ileri sürerek yapmış oldukları talep üzerine, 31/3/2011 tarihli ve 6217 Sayılı Yargı Hizmetlerinin Hızlandırılması Amacıyla Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun Geçici 2. maddesi ile TBK’nın iş yeri kirası hakkında yapılan bazı düzenlemeler 5 yıl ertelenmiştir. 12 Temmuz 2012 tarih ve 28351 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 6353 Sayılı Bazı Kanun Ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 53 üncü maddesi ile “Kiracının Türk Ticaret Kanununda tacir olarak sayılan kişiler ile özel hukuk ve kamu hukuku tüzel kişileri olduğu işyeri kiralarında, 11.01.2011 tarihli ve 6098 sayılı Türk Borçlar Kanununun323,325, 331, 340, 342, 343, 344, 346 ve 354 üncü maddeleri 01.07.2012 tarihinden itibaren 8 yıl süreyle uygulanmaz. Bu halde, kira sözleşmelerinde bu maddelerde belirtilmiş olan konulara ilişkin olarak sözleşme serbestisi gereği kira sözleşmesi hükümleri tatbik olunur. Kira sözleşmesinde hüküm yoksa mülga Borçlar Kanunu uygulanacaktır.” hükmü getirilmiştir.

Kanun koyucu, kiraya verenin elindeki gücü kullanarak kiracıya mali yükümlülükler getirmesi ve onu maddi açıdan zora sokmasının önüne geçebilmek adına düzenlemeler getirmiştir. Bu ertelenme, kiracısı tacir veya tüzel kişi olan işyeri kiraları bakımından geçerlidir. Ertelenmenin AVM ve gayrimenkul yatırımcılarının yoğun lobi faaliyetlerinde bulunması sonucu gerçekleştiği düşünülmektedir. Bu erteleme ile birlikte kiracısı tacir olan işyeri kiraları açısından, bu yerlerin kiracılarının diğer kiracılarla aynı düzeyde korunmaya muhtaç olup olmadığı sorusunu akıllara getirmiştir. İş yeri kiracılarının, konut kiracılarından farklı olarak kendilerine özgü ihtiyaçları olduğunu kabul etmek gerekir. Bu duruma, TBK m.323/1 hükmü uyarınca, işyeri kiralarında kiraya verenin, haklı sebep olmaksızın işyeri kira ilişkisinin devrine yazılı rıza göstermekten kaçınamaması örnek gösterilebilir. Böylelikle kiracı, işyerinde oluşturduğu müşteri çevresi, yapmış olduğu gayri maddi veya maddi değerleri, başka bir kiracıya devredebilecektir. Söz konusu madde yalnızca kira ilişkilerinde uygulanır.

MADDE 323 – Kiracı, kiraya verenin yazılı rızasını almadıkça, kira ilişkisini başkasına devredemez. Kiraya veren, işyeri kiralarında haklı sebep olmadıkça bu rızayı vermekten kaçınamaz.
Kiraya verenin yazılı rızasıyla kira ilişkisi kendisine devredilen kişi, kira sözleşmesinde kiracının yerine geçer ve devreden kiracı, kiraya verene karşı borçlarından kurtulur.
İşyeri kiralarında devreden kiracı, kira sözleşmesinin bitimine kadar ve en fazla iki yıl süreyle devralanla birlikte müteselsilen sorumlu olur.

Bu madde ile oluşan düzenlemeler, kanunun emredici hükmüne aykırı olmaması şartıyla sözleşme serbestisi ilkesi gereği sözleşme hükümleri uygulama alanı bulur. TBK 323/1 maddesi kapsamında kira ilişkisinin bir başkasına yani üçüncü kişiye devredilmesi durumu söz konusudur. TBK m.205/1 hükmü uyarınca sözleşmeyi devralan ile devreden ve sözleşmenin kalan tarafı arasında yapılan ve devredenin sözleşmeden doğan tüm hak ve borçlarının devralana geçtiği sözleşme, devir sözleşmesidir. Kira ilişkisinin devri ise devir sözleşmesi ile gerçekleşir. Bu sözleşmenin tarafları, devreden kiracı ve devralan üçüncü kişidir. Erteleme süresi boyunca kira devir sözleşmelerinde kiraya verenin de bu devre rızası gerekir. Dolayısıyla kira ilişkisinin devredilebilmesi için mevcut ve geçerli bir kira sözleşmesinin bulunması ve tarafların devir konusunda anlaşmış olması gerekir.

İşyeri Mülk Sahibi Devre Rıza Vermekten Kaçınabilir Mi?

Bu maddenin yürürlüğünün ertelenmesi, işyeri kiralarında kiraya verenin haklı sebep bulunmadıkça yazılı rıza vermekten kaçınamayacağına ilişkindir. Bu da demektir ki, tacir veya tüzel kişi kiracı, kiraya konu olan işyerini sekiz yıl boyunca kiraya verenin yazılı rızasını almadıkça kira ilişkisini, bir başkasına devredemeyecektir. Ancak 1 Temmuz 2020 tarihinden itibaren işyeri kiralarında, kiraya verenin haklı sebebinin varlığı somut olayın özelliklerine göre hakim tarafından belirlenir. Ve haklı sebebin yokluğu halinde kiraya veren rıza vermekten kaçınamaz. Kiraya veren, iş yeri kiraları haricindeki kira ilişkilerinde ise kural olarak, devre onay verip vermeme hususunda serbesttir.

Adalet Komisyonu değişiklik gerekçesinde, “açık rızası olmadıkça devredemez” ibaresiyle devir yasağı konulduğu ve kiralananın haklı sebeplerin varlığına rağmen kiracının rıza vermekten kaçınmasının doğru olmadığını, dolayısıyla yalnızca işyeri kiralarına has, haklı sebep olmadıkça kötü niyetle hareket edip devre izin verilmemesinin önüne geçilmesi gerektiğini belirtmiştir. Haklı sebebe, kiracının yalnızca hava parası için devretmek istemesi veya işyeri için yapmış olduğu tazmine gerek olmayan iyileştirmeleri, kiraya verenin yararlanamaması için eski haline getirerek üçüncü bir kişiye devretmek istemesi gibi örnekler verilebilir. TBK m.323/2 hükmü ile, kira ilişkisinin devri sonucu sözleşmenin kiracı tarafının değiştiği anlaşılmaktadır. Devir ile devreden kiracı tüm borçlarından kurtulur ve devralan devreden yerine kiraya verene karşı sorumlu olur. Ancak yine bu halde TBK m.323/3 gereği devreden kiracı, kira sözleşmesinin bitimine kadar ve en fazla iki yıl süreyle kiraya verene karşı, devralan üçüncü kişi ile birlikte müteselsilen sorumlu olacaktır. .Sekiz yıllık erteleme süreci boyunca kiracının, devralan üçüncü kişi ile birlikte müteselsilen sorumlu olması söz konusu değildir. Keza bu müteselsil sorumluluk da 1 Temmuz 2020 tarihinden itibaren geçerli olacaktır.

Tüm bu açıklamalar nezdinde, 1 Temmuz 2020 tarihi ile iş yeri kiraları bakımından yürürlüğe girmiş olan 6098 Sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun sekiz yıllık süreyle ertelenen hükümleri, emredici hukuk kuralı gereği ve kamu düzenine ilişkin olmasından dolayı yürürlükte olan işyeri kira sözleşmeleri için de uygulanacaktır. Ve aksine bir düzenleme olsa dahi kanunun emredici hükmü uygulanacaktır. Ancak Geçici 2.madde ile bu tarihten önce yürürlüğe girmiş hükümler kapsamında, tarafların sözleşme serbestisi ilkesi uygulama alanı bulacak ve sözleşmeye bağlı kalınacaktır. Sözleşmede belirtilmeyen hususlar için 818 Sayılı Mülga TBK uygulanacaktır. Bu durum mevcut kira ilişki ve sözleşmelerine önemli ölçüde etki edecektir. Gündemimizi uzun süre meşgul eden ve tüm dünyayı etkisi altına alan COVİD 19 ile ilgili tedbirler alınmış ve yeni tedbirlerin alınması da söz konusu iken, kiracıyı korumak amaçlı olan bu madde ve hükümlerinin bu alanda ve dolayısıyla kira ilişkilerinde yeni sorunları ve anlaşmazlıkları beraberinde getireceğini gözler önüne sermektedir. Bu düzenlemelerin kira sözleşmelerine ne şekilde etki edeceği zamanla ortaya çıkacak, uygulamada usul ve esasları bakımından Yargıtay’ın vereceği kararlarla şekillenecektir.

Kira İlişkisinin Devri ve Alt Kira Sözleşmesi

Kira ilişkisinin devri ile alt kira sözleşmesi birbirinden farklı kavramlardır ve karıştırılmaması gerekir. Her ikisi de TBK m.322’de düzenlenmiştir. Alt kira ile kira sözleşmesinin tarafları değişmez ve kiraya veren ile kiracı arasındaki hukuki durumda herhangi bir değişiklik söz konusu değildir. Mevcut bu sözleşmenin yanında tarafları kiracı ile alt kiracı olan yeni bir sözleşme yapılır. Ancak kiraya verenin alt kiracı ile sözleşmeden doğan hiçbir ilişkisi bulunmaz. Oysa kira ilişkisinin devrinde sözleşmenin tarafları değişmekte ve devreden kiracının yerini devralan kiracı almaktadır. Alt kira sözleşmesinden farkı, kira ilişkisinde sözleşme varlığını korur ancak tarafları değişir. Buna karşılık, alt kira sözleşmesinde yine mevcut bir sözleşme vardır ancak taraflarda değişiklik söz konusu değildir. Yalnızca kiracı ile üçüncü bir kişi arasında da alt kira sözleşme ilişkisi oluşur.

Tıbbi Hatanın Hukuki ve Cezai Sonuçları


Doktorların yaptıkları tıbbi hataların hukuki ve cezai sorumluluğu var mıdır? Doktorların kasıtlı olarak yaptıkları hatalar nedeniyle birçok insan yaşamını yitirmektedir. Bu kasıtlı hataları mesleğin icrasına dayandırmak yanlıştır. Tıbbi hatalar hastanın tedavisi gerçekleştirmeye yönelik yapılan işlemlerin öngörülemez biçimde hastaya zarar veren sonuçlarıdır. Doktorların tıbbi müdahalelerinde kasıtlı olarak yaptıkları hataları tıbbi müdahale kapsamına alamayız. Lakin tıbbi müdahalelerin riskleri vardır. Hastanın risklere rağmen tedaviyi kabul etmesinden doğacak zararlardan hekim sorumlu değildir. Tedavi için hekime izin verilen risklere ‘KOMPLİKASYON’ denilmektedir. Hekimin tedbirsizlik, dikkatsizlik gibi durumlara ise ‘MALPRAKTİS’ denilmektedir.

Hekimin fiilinin niteliği önemlidir çünkü bazen haksız fiilinden dolayı ceza davası ; sözleşmeye aykırılığından dolayı hukuk davası niteliği alır. Suç kanunda yaptırımı olan fiillerdir. Fakat bu fiilin niteliği olan kasıtlı olarak mı yoksa taksirle mi işlendiği önemlidir. Buna bağlı olarak tıbbi işlemde suç oluşabilmesi için hekimin kusurlu olarak bu davranışı yapması gerekmektedir. Hekim ile hasta arasındaki ilişki vekalet ilişkisidir bu vekalet ilişkisine dayalı yapılan hatalardan hekim sorumludur.

Hukuka Uygunluk Nedenleri

Türk ceza kanunlarına göre cezai yaptırım gerektiren suçlar belli durumlarda kanunlar tarafından meşru kılınmıştır. Suç normal şartlar altında cezai sorumluluk gerektirebilir fakat hukuka uygunluk nedeni varsa suçun cezai sorumluluk ortadan kalkmaktadır. Hastanın rızası ve görevin yerine getirilmesi hukuka uygunluk halleridir. Hekimin ilk olarak hastayı tedavi hakkında hastayı açıklayıcı bir şekilde bilgilendirmesi gerekmektedir. Bu bilgilendirme tedavide izlenecek yollar ve riskleri içermesi gerekmektedir. Bilgilendirme tamamlandıktan sonra hastanın tedaviye başlanabilmesi için açık rızası gerekmektedir. Buna bağlı olarak normal şartlar altında cezai yaptırım gerekecek fiil için hukuka uygunluk doğar. Başka bir hukuka uygunluk şartı ise görevin yerine getirilmesidir. Eğer hastanın bilinci kapalı ve rızasını belirtemeyecek durumda ise zaruret hali oluşur. Müdahalede bulunacak olan kişide doktor olma şartı aranır. Doktor yaptığı müdahaleden kasıtlı olmayan hatalarından sorumlu tutulamaz.

Hekimin Kasta Dayalı Cezai Sorumluluğu

Hekimin müdahalesinde ilk aranması gereken hukuka uygunluk şartıdır. Eğer hukuka uygunluk nedeni yoksa veya hukuka uygunluk nedeninin sınırları aşılmış ise cezai sorumluluktan söz edilebilir.

Mesleğin icrası esnasında kasıtlı olarak işlenebilecek suçlar, Ötenazi de dahil olmak üzere Kasten adam öldürme (TCK mad. 448), İntihara yardım (TCK mad. 454), Kasten müessir fiil (TCK mad. 456), Çocuk düşürme–düşürtme suçları (TCK mad. 468, 469 ve 470), Kısırlaştırma ile ilgili suçlar (TCK mad. 471), Kanun’a aykırı organ ve doku alma (2238 sayılı Kanun, mad. 3, 15), Şartlara uymadan canlı bir kimseden hasta bir kimseye organ nakli (2238 sayılı Kanun mad. 8, 15), Şartlarına uymadan ölüden canlıya doku nakli (2238 sayılı Kanun mad. 14, 15), Deneysel amaçlı organ nakilleri (TCK m. 456) Kasten adam öldürme (TCK mad. 448), Çocuk düşürme–düşürtme suçları (TCK mad. 468, 469 ve 470) ), Kanun’a aykırı organ ve doku alma (2238 sayılı Kanun, mad. 3, 15).

Dünyamızda her insanın düşmanı olabileceği gibi doktorların da düşmanı olabilmektedir. Bu düşmanlık neticesiyle doktor düşmanlık beslediği şahsa karşı bulunduğu kasti ve hatalı tıbbi müdahaleden sorumlu olur. Hukuka uygunluk sebebi ortadan kalkar ve kasten adam öldürmekten sorumlu olur.

Hastanın rızasına karşı hekimin yapamayacağı müdahaleler vardır. Bunlarda biri hastanın yaşamına son verdirilmesini istemesidir. Hasta yaşamına son verdirilmesini istese bile hekim bu müdahaleyi gerçekleştiremez. Buna rağmen hekim bu müdahaleyi gerçekleştirir ise kasten adam öldürme hükümlerinden yargılanır. Bazı durumlarda ise hekim bu müdahaleyi yapmasına rağmen hafifletici cezalar alabilir. Örnek olarak hasta hastalığı nedeniyle yoğun bir acı çekmektedir. Hastalığın kurtuluşu olmaması sebebiyle açık rızası ile ölmek istemektedir. Doktor vicdani duyguları ile bu hastanın yaşamına son verecek müdahalede bulunmuştur. Burada doktorun elbette ki cezai sorumluluğu vardır fakat hafif cezalar alacaktır.

2238 sayılı Organ ve Doku Alınması, Saklanması ve Nakli Hakkında Kanununa göre bedel karşılığında organ nakli veya organ saklanılması yasaktır. Organ naklini yapan ve aracı olan herkesin cezai sorumluluğu vardır. Canlı bir kimseden organ nakli yapılabilmesi için ise belirli şartlar aranmaktadır. Kişinin sağlıklı ve sağlam olması gerekmektedir. Nakil edilecek organın yokluğunun şahsın hayatına devam etmesini engel teşkil etmemesi gerekmektedir. Son olarak organ verenin ve organ alanın da yazılı olarak rızalarının alınması gerekmektedir. Eğer bu şartlar gerçekleştirildiğinde hukuka uygunluk nedeni oluşur. İnsan öldükten sonra vücudundaki organlar belli bir süre canlı kalır. Bu organların nakli için rıza ölen kişinin en yakın akrabasından alınır. Lakin bu organlar sadece nakil amacı ile kullanılabilir. Deney amacı ile kullanılırsa cezai sorumluluk gerektirir.

Meslek Dolayısıyla İşlenebilen Suçlar

Hekimler mesleğin icrası sınasında işleyebileceği suçlar oluğu gibi mesleki faaliyetleri dolayısıyla işleyeceği suçlar da bulunabilmektedir. Bu suçlar rüşvet ve irtikap suçları (TCK mad. 209, 211, 212, 213), görevi kötüye kullanma (TCK m. 240), görev ihmali (TCK mad. 230), meslek sırrını açıklama (TCK mad. 198) gibi suçlardır.
Rüşvet suçu bir memurun başka bir kişi ile anlaşıp bedel karşılığı memurun icra ettiği işinde karşı tarafa bu bedel karşılığında ayrıcalık tanımasıdır. Suç memurun taahhüt verdiği aşamada tamamlanmış olmaktadır. Bu suçu diğer memur gruplarında görebileceğimiz gibi hekimler arasında da görülmektedir. TCK mad. 209, 211, 212, 213 göre bu suçu işleyen hekimleri cezalandırmaktadır.

Görevi ihmal suçu, memurun icra ettiği görevi kasıtlı olarak geç yapması veya kasıtlı olarak ihmal etmesidir. Görevi ihmal suçunun en önemli şartı memurun kendi iradesiyle yapmış olmasıdır.
Görevi kötüye kullanma, memurların görevlerini icra etmelerindeki amaçtan sapmalarıdır. İhmal ve suiistimal bir arada bulunur.

TCK 198. maddesine göre meslek sırlarının ifşası suç sayılmaktadır. Ancak bu maddeye göre meslek sırrının açıklanması meşru bir sebebe dayanıyorsa hukuki uygunluk sebebi oluşturmaktadır.

Taksirle Ölüme Sebebiyet ve Taksirli Müessir

TCK’nın 455. maddesinde, “Tedbirsizlik veya dikkatsizlik veya meslek ve sanatta acemilik veya nizamat ve evamir ve talimata riayetsizlik ile bir kimsenin ölümüne sebebiyet veren şahıs …” cezalandırılır denilmektedir. Yine aynı Kanunun 459. maddesinde “Her kim tedbirsizlik veya dikkatsizlik yahut meslek ve sanatta nizam veya acemilik, talimat ve emirlere riayetsizlik neticesi olarak bir şahsa cismen eza verecek veya sıhhatini ihlâl edecek bir zarar iras eder yahut aklî melekelerinde teşevvüş husulüne sebebiyet verirse … cezalandırılır” hükmüne yer verilmektedir.

TCK’nın bu maddesi kapsamında ölüm neticesini veya yaralanma neticesinin arasında ‘taksirli fiil’ illiyet bağının kurulması gerekmektedir. Hekimin fiilinin taksirli sayılabilmesi için acemilik, emir ve nizamlara riayetsizlik, tedbirsizlik, dikkatsizlik etmiş olması gerekmektedir. Taksirle yaralama durumu yaşandığı takdirde bunun ispat etme zorunluluğu vardır ve bu zorunluluk hastaya aittir. İlliyet bağını ve kusuru kanıtlamak zarar görene aittir. Ancak bazı durumlarda ispat etme zorunluluğu hekime geçmektedir. İncelemeye gerek olmayan hallerde açıkça hekimin kusurlu olduğu görülüyor ise ispatlama yükü hekimindir. Diğer bir ispatlama zorunluluğu doğan durum ise hekimin, hastanın rızasını almasına ilişkin kısımdır. Hekimin hastanın rızasını alırken müdahale konusunda hastayı aydınlattığı ve risklerinden bahsetmiş olmasının ispat zorunluluğu hekime aittir.